Önce Brumaire'den başlayalım. Brumaire Fransız Devrim takvimine göre yılın ikinci ayıydı. Ekim ayı ile Kasım sonu arasındaki ayı kapsıyordu. Devrim her şeyi baştan aşağı değiştirmişti. O kadar radikaldi ki kendinden önceki her şeyi yok sayıyordu. Ölçü birimlerini tepeden tırnağa değiştirmiş yeni ölçü birimleri getirmişti. Tarihi kendinden başlatıyordu. Kurumsallaşmış dine karşı da bir savaş başlatmış ve kiliseleri, manastırları her şeyi yakıp yıkmıştı. İnsanlık dini denilen yeni bir din icat etmişlerdi. Jakobenler artık bu dine inanıyorlardı. Devrim Paris başta olmak üzere sadece kentlerde hüküm sürebiliyordu. Kilisenin sultası altında bir hayat sürmüş olan taşra devrimin karşısındaydı. Ancak devrimin terörü karşısında sinmek zorunda kalmışlardı. Eğer fırsat bulabilseler devrimin karşısına dikileceklerdi. Modern siyasetin mekanı şehirlerdi. Şehirlere hükmeden güç iktidarı eline alıyordu. Ancak iktidarı elinde tutabilmesi için taşrayı da kontrol etmesi gerekiyordu. Kırların devrimci bir aksiyon üretebileceği Mao'ya kadar anlaşılmamıştı. Emperyalizm koşullarında kırların devrimci aksiyonunun merkezi olabileceğini kuramsal olarak Mao ispatlamıştı. Lenin'de yoksul, topraksız köylüler, ancak devrimin müttefiki olabilirdi. Şehirli bir sınıf olan proletarya ile bağlaşık kurabilirdi.
Marx'ın Fransız üçlemesi olarak bilinen eserleri siyasal edebiyatın baş yapıtlarıdır. Marx Fransız devrimine büyük ilgi duymuş biriydi. Paris'te kaldığı sürgün yıllarında devrim edebiyatının önemli tüm eserlerini incelemişti. 19.yüzyıl Fransız tarihi onun için adeta bir laboratuvardı. Bu ülke Avrupa'daki siyasal mücadelelere model teşkil ediyordu. Marx bu model sayesinde modern siyasetin dinamiklerini çözmeye çalışıyordu. Bir siyasal başyapıt sayılması gereken 'Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'in de Marx sünepe, korkak ve vasat biri olan yeğen Louis Napolyon'un yükseliş hikayesini anlatır. Marx'ın her türlü hakareti yönelttiği bu adam Prusya karşısında alınan yenilgiye kadar ulusun kaderini ellerinde tutmuştu. 1852'de iktidara geldiğinde kapitalizmde artık 40'lı yıllardaki krizinin sonuna gelmişti. Marx'ın başlayacağını umduğu kriz yaşanmadı. Kapitalizm 1873 yılına kadar sürecek olan bir genişleme dalgasının içine girdi.
Bu vasat adam devrimin geri çekildiği, proletaryanın yaşadığı yenilgi nedeniyle kendini toparlayamadığı elverişli koşullarda Paris'in imar ve ihyasını başlattı. Baron Haussman'ın nezaretinde Paris bugünkü çehresine kavuştu. Çıkmaz sokaklar yıkıldı. Yeni bulvarlar ve caddeler yapıldı. Sokak savaşlarında işçiler üstünlüğü ellerine almasınlar diye şehir yeni baştan planlandı. Bu aynı zamanda ekonominin genişlemesi yeni istihdam demekti. Bundan cesaret alan bu şarlatan adam atasına özenerek yeni toprak ilhakları peşine düştü. İtalayanlarla yaptığı savaşlarda yeni topraklar kazandı. Ününün zirvesine ulaşmıştı. Bu cesaretle Alsas ile Loraine'i ilhak etmek istedi, fakat Bismarch şansölyeliğindeki Prusya'ya karşı savaşı kaybetti ve İngiltere'ye kaçtı. Daha önce de zaten sürgüne gitmişti bu ilk sürgünü değildi.
1848 Devrimlerinde iktidarı önce işçiler aldı, fakat ellerinde tutacak olgunluğa sahip değillerdi. İktidar burjuva fraksiyonları arasında sürekli el değiştiriyordu. Parlamento bir panayır yerine dönmüştü. Parlamento denklemleri uzun erimli olamıyor ve siyasi iktidar bir türlü sağlanamıyordu. İşçilerin kısa süren iktidarı kaybetmelerinin nedeni hem yönetme kabiliyetinden yoksunluklarıydı hem de bütün burjuva fraksiyonları bu kısa süreli iktidara karşı teyakkuza geçmişlerdi. Hiçbir burjuva fraksiyonu kalıcı bir iktidar tesis edemiyordu. Modern tarihin yarattığı iki sınıf yani burjuvazi ile işçi sınıfı birbirleri üzerinde üstünlük kuramıyordu. Daha henüz genel oy hakkı da yerleşmiş değildi. Ulusun dar bir kısmı seçme ve seçilme hakkına sahipti. Yirmi milyonluk bir ülkede ancak şehirli beş veya altı yüz bin kişi oy kullanabiliyordu. Seçme hakkına ancak burjuvalar sahipti. Belli bir servete sahip olmak, vergi vermek ve erkek olmak aranan şartlardandı.
İmparator Napolyon'un yeğeni olan bu adam imparatorluk hayalleri içinde büyümüş, kalkıştığı darbe teşebbüsleri sonucu ülke dışına kaçmış ve Saint Simon'dan etkilenen bir kitap da yazmıştı. Marx Brumaire'in de 'Fransa'da sınıf kavgasının, hangi durumda ve koşullarda yeteneksiz ve acayip bir şahsiyetin kahraman gibi görünmesine olanak sağladığını anlamaya çalışmıştı.' İncelediği dönem Fransız tarihinin 24 Şubat 1848 ile 1852 Şubat'ı arasındaki dört yılını kapsıyordu. Modern sınıflardan biri iktidarı tek başına alabilecek güce sahip olmadığı için yeğen Napolyon'un önü açılmıştı. Siyasi ve toplumsal istikrar bir türlü sağlanamıyor ve toplum yorgun düşüyordu. İstikrarsızlık burjuva seçenekleri gözden düşürüyordu. Seçmen sayısının sınırlılığı parlamentoda her hangi bir hizbin üstünlük kurmasına izin vermiyordu. Devletin zor aygıtlarının desteğini arkasına almayı başaran bu adam seçim sistemi ile oynayarak bir anda Fransız köylülerini seçmen haline getiriverdi. İtirazlara rağmen bu darbesi yargı tarafından onandı. Bu tam bir coup deta yani bir darbeydi. Kasım ayında yapılan seçimlerde milyonlarca köylünün desteğini alarak iktidara geldi. Elde ettiği üstünlük ile parlamentoyu bir aksesuara dönüştürdü. Ülke yönetiminde parlamentonun artık hiçbir söz hakkı yoktu.
Louis Napolyon gücünü köylülerden alıyordu. Marx siyasi edebiyat şaheseri sayılacak şu analizi yaptı; 'Küçük çiftçiler, bütün unsurları aynı vaziyette yaşayan fakat birbirleriyle herhangi bir ilişkiye girmeyen muazzam bir kitle oluştururlar. Üretim biçimleri, bir alışverişe sokacağından yalıtır onları birbirlerinden. ... Tek tek her köylü ailesi neredeyse kendi kendine yeterlidir, tüketeceğinin büyük bölümünü kendisi üretir, böylelikle geçimini toplumla alış veriş içinde değil doğayla değiş tokuş içinde elde eder. Tarla, köylü ve aile; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile. Bunlardan bir öbeği bir köy eder, bir öbek köy de bir vilayet. Fransız ulusunun büyük kitlesi, boy boy isimsizin düz toplamından ibarettir, bir çuval patatesin bir çuval patates teşkil etmesi gibi. ... Bu nedenle, sınıf çıkarlarını ister parlamento ister anayasa aracılığıyla kendi adlarına savunma kabiliyetinden yoksundurlar. Kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir. Temsilcilerinin aynı zamanda efendileri olarak, onların üzerinde bir otorite olarak, onları öteki sınıflardan koruyan ve onlara yukarıdan yağmur ve güneş ışığı bahşeden sınırsız bir hükümet kudreti olarak görünmesi gerekir. Demek küçük çiftçilerin politik nüfuzunun nihai ifadesi, yürütme gücünün toplumu kendine tabi kılmasıdır.'
Kılıçdaroğlu seçim yenilgisi sonrası çıktığı ilk televizyon programında yenilgiyi üçten az sandık konulan yerlere bağlamıştı. Bu yerler küçük köyler, mezralardı. Erdoğan'ın burada herkese para dağıttığını, TRT dışında dünyayla iletişimin olmadığını söyledi. Kent merkezlerinde kazanmıştı. Brumaire'i okumuş olsaydı bu tahlilleri çok önceden yapar ve akıbeti değiştirmek için farklı seçeneklere yönelirdi. Ama şimdi hepsini görevden aldığı seksen altı danışmanı içinde bunu hatırlatacak Marx okumuş bir kimse bile yoksa bunun kusuru da kendine ait değil mi?