Geçen hafta, bir taziye için üç kapıyı çalsam biri akraba ya da tanış çıkacağından emin olduğum Sarıhamzalı Mahallesine gittik. Yanıma ablamı ve ağabeyimi de alarak önce en çok görüştüğüm akrabalarımdan dayı oğlunun, kanalın kenarındaki evinin zilini çaldım. Cenaze evini bulmakta bize rehberlik edecekti.
Cenaze evinde manevi görevimizi yerine getirirken her gidişimizde olduğu gibi yeni akrabalarla tanıştık. Taziye evinden ayrıldıktansonrateyzeme uğramadan gitmek olmazdı. Fidan teyzem, annemin altı kardeşinden hayatta kalan son kişiydi. Adana’ya geleli otuz yıl olmasına karşın hâlâ Türkçe konuşamayan teyzemle ne yazık ki tercüman aracılığıyla konuşabiliyoruz. Bize söylemek için biriktirdiği o kadar çok sözü vardı ki!.. Onu anlamasak da o, hiç susmuyor, ha bire konuşuyordu. Söylediklerinin bir kısmını ancak tercüme edebiliyordu dayı oğlu.
Yaşlı kesimde Türkçe konuşamama konusu yıllar önce dikkatimi çekmişti. Nedenini merak etmiştim. Bingöl’den, Elazığ’dan Batı’ya göç edenlere şıhları, “Dilinizi unutmayın!” diyerek önemli ve doğru bir öneride bulunmuş. Ancak kimi kadınlar bu öneriyi, başka dil öğrenmeyin şeklinde anlamış ya da başka dili öğrenirsem ana dilimi unuturum endişesiyle dış dünyayla fazla iletişime geçmemişler. Kendi ailesi içinde ana dilini konuşmaya devam etmiş. Böylelikle şıhlarının isteğini yerine getirdiklerine inanmışlar. Oysa “Bir lisan bir insan…” gibi dillere pelesenk olmuş güzel bir sözümüz varken…
Ben bunları acı acı düşündüğüm sırada kapının zili çaldı. Bütün gözler oturduğumuz salonun kapısına çevrildi. Boylu boslu, iyi giyimli uzun, beyaz sakallı, yaşlı bir adam içeri girince bizim dışımızdakiler toparlanıp ayağa kalktı. Ayıp olmasın düşüncesiyle biz de ayağa kalktık. Ağır misafir rahat otursun diye üç kişilik kanepeyi ona bıraktık. Ben yer minderine çöktüm. Davetsiz misafirimizin uzun sakalları vardı ama bıyıkları yeni kazınmıştı. Bıyıksız sakallılar bana oldum olası soğuk ve itici gelirdi. Adam böylesine saygı gördüğüne göre önemli biri ya da bir akraba olabilirdi. Esrarengiz misafir, konuşmaya başladı ama bir şey anlamıyordum. Dilini değiştirir umuduyla “Hoş geldiniz. Nasılsınız?” dedim. Cevabı Zazaca verince biliyorsa Türkçe konuşmasını rica ettim. Bizi kırmadı, Türkçe anlatmaya başladı. Palu’da yaşadığını, buraya sık sık geldiğini, her geldiğinde teyzeme mutlaka uğradığını ve teyzem için bol bol dua ettiğini söyledi. Teyzemin gelini kısık ve saygılı bir sesle, “Şıhtır ha!..” deyince ilgimiz daha da arttı. Adamın söylediklerini de onu tanıyanlar başlarıyla sessizce onaylıyordu. Bu arada ev sahibinin soyup uzattığı ikinci muzu da mideye indirdikten sonra tekrar konuşmaya başladı.
“Ben dohsan sekiz yaşındayım. Dohtura geldim. Melmekete dönecem ama otobos param yoh. Bilet 220 gayme. Burda galdım, Palu’ya gidemiyom.” deyince konu anlaşıldı.
“Kendisi muhtac-ı himmet bir dede/ Nerde kaldı ki gayriye himmet ede!”
Kerameti kendinden menkul “şıhın” kendine faydası yoktu, bizden medet umuyordu. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” sözünü doğrulayıp “şeyhi” Palu’ya biz uçuracaktık. Kanatla olmasa da tekerlekle, yani otobüsle Palu’ya gitmesini bizden beklediği parayla sağlayacaktık.
Doksan sekiz yaşında olduğuna da pek inanmadım. Kendini yaşlı göstererek insanların merhametine sığınmaya çalışıyordu. 80 yaşındaki teyzem yardımsız yerinden kalkamazken o, Elazığ’dan Adana’ya tek başına geliyor, bastonsuz yürüyordu. Parası olmadığına göre berbere de para vermeden bıyıklarını sinekkaydı kazıtmıştı her h âlde.
Teyzeme her uğradığında yedirilip içirilir, üç beş lira yardım verilip gönderilirmiş. Hâline acıdım. Duygu ve din sömürüsü yapan bu tür insanlara yardım etmeye karşı olduğum hâlde odadaki diğer insanları bir yükten kurtarmak için bu adama bir miktar para vermeye karar verdim.
Cüzdanımı çıkardım. Adam şanslıymış. Elli liradan küçük para yoktu cüzdanda. Herkes adına elli lirayı adama uzattım. Gözleri parlayarak parayı alıp ceketinin iç cebine koydu. Ben, herkes adına vermemiş de haydi siz de verin demişim gibi bir yandan ablamla teyzem, diğer yandan dayı oğluyla ağabeyim ellerindeki ellikleri adama verme yarışına girmişlerdi. Bizimkilerin yüreğindeki garibana yardım etme duygusunu ayaklandırmıştım. Hepimiz vicdanımızı bir parça rahatlatmıştık belki ama olan, çıkar için kullanılan dinimize oluyordu. Bu adam sıradan biri gibi gelmiş olsaydı aynı saygıyı görür müydü acaba?
Adamın yüzünde güller açmış, gözümde on yaş daha gençleşmişti. Paraları keyifle cebine yerleştirirken tek sermayesi olan klasik dinî sözleri yarı Zazaca, yarı Arapça, yarı Türkçe mırıldanarak kalkıp kapıya yöneldi. Bilet parasını fazlasıyla karşıladığına göre burada daha fazla kalmasının bir anlamı yoktu.