Giderek unutulmaya yüz tutan bir soyutlama olarak kapitalizmin ayırıcı özellikleri nelerdir? Kapitalizm her şeyden önce ‘genelleşmiş meta üretimi’dir. Genelleşmiş, çünkü kapitalizm bir kez varlığına son verilemediği takdirde, her yere ve her şeye sirayet edebilecek bir yayılma kapasitesine sahiptir. Bunun en edebi anlatımını Manifesto’da Marx ile Engels yapmıştı. Kapitalizmin gücü karşısında ne meşhur Çin Setti ayakta durabilirdi ne de başka bir şey. Bu üretim tarzı karşısına çıkan tüm fiziki engelleri yok ettiği gibi toplumsal ilişkileri de tuzla buz ederdi. Onun karşısında geçmişin feodal değerlerinin bir hükmü yoktu. Namus, şeref, onur ve haysiyet gibi değerler ayaklar altına alınırdı. Metafor yerli yerinde kullanılmıştı;’ kapitalizm katı olan her şeye son verirdi’. Tüm katılıkları demek dirençleri ortadan kaldırarak her yere sızabileceği uzamlar ve ilişkiler yaratırdı.
Kendinden önceki hiçbir üretim tarzı böyle bir güce, kapasiteye ve yeteneğe sahip değildi. Ne kölecilik ne de feodalitenin değişik biçimleri bu düzeyde ‘genelleşme’ imkânı bulabilmiş değildi. Kölecilik büyük Roma’nın temel üretim biçimi olmakla birlikte toplumun gözeneklerine bu düzeyde sirayet edememişti. Artı ürünün zorla çekilip alınması ile angarya emeğine dayalı olan feodalizm de etkisini sınırlı bir dünyada gösterebilmişti. Ama kapitalizmin diğerlerinden farkı genelleşme yeteneği ve yayılmasının önündeki engelleri hiç durmaksızın yok etmesiydi.
Kapitalizm meta üretimini yani eşyanın ihtiyaçlar için değil değişim, mübadele için üretilmesini zirveye çıkarmıştı. Kapitalizmde her şey ama istisnasız her şey alışveriş konusu haline gelir. Bu en temel ihtiyaçları karşılayan nesnelerden başlar en saf, en yüce zannettiğimiz duygulara kadar varır. Çünkü bir meta da içkin olan ikili özelliğin sadece bir yüzü kapitalizmde etkin olur. Bir meta her şeyden önce bir insan ihtiyacını karşılamak için üretilir. Ve üretim insanlık tarihiyle başlamıştır. Doğa karşısında çırılçıplak bir vaziyette olan insan varlığı kendini, ancak nesneler üreterek ayakta tutabilirdi. Bu ihtiyaçların karşılanmasının zorunlu aşamasıydı. Bu aşamaya rekabet değil daha çok dayanışma hâkimdi. Meta üretimi dediğimiz biçim ihtiyaçtan fazla üretmekle ve ihtiyaçtan fazla üretilen şeyin de artık ticaretin bir konusu olmasıyla birlikte başlamıştır. Ama kapitalizme gelinceye kadar hâkim ilişki haline gelememişti.
Toplumlar meta üretiminin genelleşmesini engelleyecek dirençler yaratabilmişti. Dayanışma, armağan ekonomisi ve karşılıksız insan ilişkileri meta ilişkileri karşısında ağırlıklı bir yer tutuyordu. Elbette para çok erken bir aşamada icat edilmişti ve değişim onun aracılığıyla sağlanıyordu. Değişimin zorunlu bir sonucu olan para insan ilişkilerine hükmetmeye başlamıştı ve onun ilişkileri nasıl hükümranlığı altına aldığı tragedyalara, destanlara konu olmuştu. Ama para da metaların değiş tokuşuna aracılık eden evrensel bir biçim olma özelliğine kapitalizm sayesinde ulaşacaktı. Artık her şey metalaşacak demek tecimin konusu olacaktı. Dinlerin vaz ettiği komşunu sev, düşküne yardım et düsturu evrensel eşdeğer para karşısında can çekişecekti. Metanın ikili özelliğinden kullanım değeri dediğimiz ve sadece her hangi bir insan ihtiyacını karşılamaya yönelik özellik yok olacak meta değişim için değişim denilen mottoya göre üretilecekti. İhtiyaç için değil salt değişim için üretimin yapıldığı bir dünya ise insan ilişkilerinin de tıpkı meta biçimi gibi eridiği yani sıvılaştığı bir dünyaya dönüşecekti.
Küreselleşme denilen aşama kapitalizmin yukarıda özetlediğimiz mantıksal sonuçlarına ulaştığı bir evreden başka bir şey değildir. Dünyanın kırlarının piyasa ilişkilerinin doğrudan içine çekildiği, doğada üretimin konusu haline gelmeyen hiçbir boşluğun kalmamış olması ve ihtiyaçları gözeten son ilişki biçimlerinin de yerini mübadeleye terk etmesi. Kısaca sermayenin kendi suretinde bir dünya yaratması. Sermaye aklının her yere hükmetmesi. Tekniğin, teknolojinin, kısaca insan hayatını kolaylaştırdığını düşündüğümüz her şeyin tam zıddına dönüşmesi. İnsan ihtiyaçlarının temel alındığı bir dünya kurmaya bu kadar yaklaşılmışken ondan o kadar uzaklaşılmış olması. Eldeki kapasite ile tüm zorunlu ihtiyaçların karşılanması mümkün iken dünya nüfusunun en az yarısının açlıkla boğuşması. Köylülerin yerlerini yurtlarını terk edip metropollerin alt yapıdan yoksun, hijyenden uzak mezbeleliklerine doluşması.
Bugün dünyayı hükmü altına alan, insan doğa ilişkilerini sürdürülemez bir noktaya sürükleyen, biyo-genetikte ulaştığı aşama dikkate alındığında önümüze yepyeni etik sorunlar koyan ve akıllı yazılım ile insan denilen varlığın en ayırt edici özelliğinin de sonunu ilan etme noktasına varan, meta biçiminin genelleşmesi asıl ayırıcı özelliği olan üretim tarzı nerede ve nasıl doğdu? Kapitalizm çok özgül şartların bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıktı. Bu şartlar aslında onun ayırıcı özellikleridir de. Eğer köylüler mülksüzleştirilmese, topraklarından uzaklaştırılmasa ve şehirlerde de onların emek-gücüne ihtiyaç duyan bir girişimci yani sermaye dediğimiz sınıf olmasaydı kapitalizmi koşullayan ortam doğmazdı.
Çitleme sonucunda köylülerin topraklarına el konuldu, toprakları mera haline getirildi ve hayatlarını idame ettirebilecek araçlardan yoksun kalan köylüler kentlere sürüklenmek zorunda kaldı. Kentte onların işgücüne ihtiyaç duyan bir sermaye sınıfı vardı. Ticaretten elde ettiği birikimi şimdi doğrudan üretime yatıracak ve bu sınıfta genelleşmiş meta üretiminin bir parçası haline gelecekti Eğer bu iki sınıfın son derece özgül koşullardaki karşılaşması olmasaydı kapitalizm denilen şeyde ortaya çıkmayacaktı. Emeğin kendini satmak zorunluluğu ile sermayesini üretime yatırma aşamasına ulaşmış bir sınıfın karşı karşıya gelmesi kapitalizmi doğurmuştur. Yani emek de ona atfedilen tüm değerlerden yoksun kalmış ve tam bir meta haline gelmiştir. Ne kutsallığı kalmıştır ne de bir değeri. Değeri açlık sınırında bir yaşama kadar geriletilmiştir.
Bu iki sınıfın karşılaşması kapitalizmin diğer ayırıcı özelliklerini ortaya çıkarmıştır. Emeğin metalaşmasından ve diğer metalardan bir farkının kalmamasından bahsettik. Eğer devlet biçimindeki değişimler ile hukukun soyut yani genel karakteri ortaya çıkmamış olmasaydı bu formlarda olmazdı. Hukuk her hangi bir metadan farkı olmayan emek gücünü bir yurttaş yaptı ve ona sözleşme yapma özgürlüğü tanıdı. Bu özgürlük ise sadece sermayeye emek gücünü satmaktan ibaret bir özgürlüktü. Ama hukuk herkesi kâğıt üzerinde eşitlediği için sanki sözleşmenin iki tarafı da eşit koşullarda karşı karşıya geliyordu. Bu hukukun eşitsiz bir ilişkiye çektiği bir tül, şaldı. Mistifiye ediciydi. Hukuk insani özneleri somut nesnelliklerinden çekip alıyor, onları bir soyutlama olarak yeniden kuruyor ve sözleşme sanki eşit taraflar tarafından imza altına alınıyormuş gibi bir hava yayılıyordu. Hâlbuki kapitalizm öncesi üretim tarzlarında çıplak zor egemendi. Sömürünün temelinde politik zor ve şiddet vardı.
Kölenin de, serfin de emeği dolayısıyla ürettiği ürün elinden politik zor ile şiddet ile alınabiliyordu. Sömürünün bu biçimlerine politik egemenlik eşlik ediyordu. Politik egemenliğe sahip sınıf ile sömürücü sınıf aynıydı. Aynı sınıf hukuku da doğrudan üretebiliyordu. Bir feodal lort hükmettiği toprak parçasında kadınların ilk gece hakkına sahip olduğu gibi serfleri yargılama yetkisine de sahipti. Marx’ın kategorileri üzerinden ilerleyecek olursak mübadele evreni yani dolaşım ilişkileri üretim sürecine hâkimdi. Ama kapitalizm ile birlikte üretim süreci dolaşım alanına da hükmetmeye baladı. Üretimin görünmez dünyasında taraflar eşitleniyor bu da sömürüyü doğallaştırıyordu. Artı ürünün zorla gaspedilmesine dayalı üretim yerini artı-değere el konmasına bırakmıştı. Artı-değer ise işçinin karşılığı verilmemiş, ödenmemiş emeğinden başka bir şey değildir. O nedenle sermayenin yarattığı değil emeğin inşa ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Ama öyle bir dünya ki sanki her şeyi sermaye yaratmış ve onsuz dünyanın tekerleği dönmezmiş gibi bir hava yaratılıyor. Hâlbuki sermaye dediğimiz kategori dünyanın en gereksiz şeyidir. Çünkü birikmiş, soyut emektir. Haksızca el konulmuş, düpedüz çalınmış emek.
En büyük çaresizliğimiz sermaye mantığına teslim oluşumuz. Onsuz bir dünyayı tahayyül edemiyor olmamız. Varoluşumuzu onunla sınırlamamız. Bu ise kapitalizmin diğer bir özelliğinden kaynaklanıyor. Anlık çıkarların bencilliği ile nihai çıkarların kolektif olması zorunluluğu. Sermaye de onun artı-değerini çekip aldığı emek de günlük çıkarlarına gömülü bir varoluşa sahip. Ama hayatı elinden çekip alınan, açlık sınırında bir varoluşa itilen de emek. Sermaye çekip aldığı artı değer sayesinde tatminkâr bir yaşam sürdürürken her birimizin geleceğini bir cehenneme çeviriyor. Kolektif güç olma kapasitesine ise sadece çalışanlar, emek güçlerini berbat bir hayatı sürdürebilmek için her gün satmak zorunda olanlar dışında sahip başka bir güç yok. Onların bu hakikati görmesi, farkına varması ve siyasi eyleme geçmesi dışında başka bir seçenek de yok.