Kanon

Hacı Hüseyin Kılınç

Eskiden Klasik denilirdi şimdilerde Kanon öyle bir yerleştiki klasik sözcüğü çok az kullanılır oldu. Kanon edebi kamunun baskın tercihi haline gelirken klasik resmiyetin kullanım sınırlarına çekildi. Eğitimden sorumlu bakanlık öğrencilere kitap tavsiye ederken klasik sözcüğünü tercih ediyor. En fazla yayını alay konusu edilen bakan Atilla Koç döneminde yapan kültürden sorumlu bakanlık da yayıncılık faaliyetlerinde bu sözcüğü tercih ederdi. Ama Türkiye’nin edebi kamusu epeydir klasik yerine kanonu kullanıyor. 

İki sözcük aslında benzer çağrışımlar yapsa da aynı meramı anlatmıyor. Aralarında kapatılamayacak anlam farklarını ihtiva ediyor. Klasik çok uzak bir geçmişte kalmış ve gücü, otoritesi herkes tarafından kabullenilmiş yapıtları çağrıştırırken kanonun içine alınacaklar konusunda subjektif tercihler etkili oluyor. Klasikler konusunda az çok bir uzlaşma söz konusu iken iş kanona dahil edileceklere geldiğinde ihtilaflar, çatışmalar devreye giriyor. Klasik olana dair tartışma sona ermişken kanonik olan ucu açıklığı nedeniyle tartışılmaya devam ediyor. Çünkü şimdiye ait bir yapıt özgünlüğü, tuhaflığı ve tekinsizliği ile okuru sarsabiliyorsa kanonik bir etki de yaratabiliyor. 

Kanon yasa koyucu, düzenleyici ve başlatıcı gibi anlamlar taşıyor. Bir yapıtın kanonik kabul edilmesi için bu özelliklerden birini veya tamamını içermesi gerekiyor. Kanon tartışması edebi kamuyu çok sık meşgul eder. Haber sıkıntısı çeken gazetelerin kültür sayfaları, magazini kültüre de bulaştırmak isteyenler merakları gıdıklamak için yazarlara, eleştirmenlere, okurlara tercihlerini sorarak listeler hazırlar. Bu listeler ideolojik, siyasi, edebi tercihleri yansıtır. Ama bu seçimler kanonun doğasıyla bağdaşmaz. Kanon üzerine yapılacak tercihlerde ölçünün estetik olması gereklidir. Estetiğin nihai ölçü olmadığı bir tartışmada üzerinde herkesin uzlaştığı bir kanondan bahsedilemez. 

Türkiye bu ölçünün belki de yenilerde oturmaya başladığı bir yer haline geliyor. Çünkü edebi ve estetik tercihlerimizi modernlik karşısındaki tavrımız ve o modernliğin içinde de kendimizi yakın hissettiğimiz siyasi akımlar belirliyordu. Bir Rus için Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Gogol’ün büyüklüğü tartışmasızdı. Dostoyevski’nin hayatındaki politik zikzaklar, şahsi tutarsızlıklar estetik büyüklüğünü ikame edemezdi. Tolstoy soylu sınıftan olmasına, topraklarını mujiklere dağıtmasına ve şiddetsiz bir anarşizmi savunmasına rağmen her türden ve sınıftan Rus onunla gurur duyardı. Bu tip örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Demek ki kanon üzerine konuşabilmek için öncelikle ortak bir kamuya ihtiyacımız var. Buna toplumun ortak sağ duyusu da diyebiliriz. Bunun bulunmadığı yerde neyin klasik olduğu konusunda dahi anlaşabilmek mümkün değildir. Çünkü bu ülke Nobel almış tek yazarına hasetle yaklaşanların çoğunluğu oluşturduğu bir yer. 

Nazım okuyanlar Kısakürek’e diğerleri de ötekine burun kıvırırdı. Her ikisinin de sarsıcı, müphemlikler yaratan, uzlaşmalara meydan okuyan yönleri kabullenilemezdi. Toplumun farklı bölmeleri bir diğerinin varlığını siyasete kısa devre yaptırılan bir ideolojisizlik ikliminde tanımak zorunda bırakıldı. Bu henüz edebi bir kamunun oluştuğu, ortak bir kanona sahip olduğumuz anlamına gelmiyordu. Son yıllarda bu eğilimi değiştiren sosyolojiler kendini gösterdi. Herkesin belli yazarlara ilgisi artmaya başladı. Yalçın Küçük edebi kamunun yokluğunda yazar değiş tokuş etmeyi öneriyordu. Şimdi bir türbanlı ile bir modern aynı tutkuyla Sabahaddin Ali’yi okuyabiliyor. Peyami Safa’yı sadece muhafazakarlar değil solcular da merak ediyor. Hatta Safa üzerine en değerli incelemeleri iktidarın gözünde lanetli bir yer haline gelmiş olan Boğaziçi mezunu bir eleştirmen Nurdan Gürbilek yapıyor. 

Kanon kavramının Batı’da popüler hale gelmesinde incelemeleri, eleştirileri ve alana münhasıran ayrılmış ‘ Batı Kanonu ‘ kitabıyla  önemli bir katkı da yapmış olan Harold Bloom kanonikleşmenin en önemli göstergesini ‘ yeniden, tekrar ve tekrar okunma arzusu olarak ‘ saptar. Kanonik yapıtlar bir kez okunarak kenara bırakılmaz. İnsan onları hayatın değişik evrelerinde yeniden ve yeniden okumak ister. Anlam katmanları tek bir okumayla açılmaz ve tükenmez. Homeros, Dante, Shakespeare, Goethe, Kafka, Beckett ve sayısı arttırılabilecek diğerleri insan yaşamına kılavuzluk, rehberlik, yol göstericilik yapar. Dante Cehennem ve Araf’taki seyahatini Vergilius eşliğinde yaparken, Shakespeare’e çoğunluğu antik olan kahramanlar eşlik eder, Faust ise tatminsizliği nedeniyle ruhunu şeytana kaptırdığından Lucifer’le arkadaş olur. Her yaşta ve her çağda alımlamalarımız değişir. Bu isimler ve kahramanları kültürün ayrılmaz bir parçası haline gelir. 

Gençliğimde çok roman okuduğum dönemlerde her okuyuşta muhayyilemin biraz daha genişlediğini fark ederdim. Uzun uzun hayal kurmaya başlardım. Muhayyile genişlemesi sonsuzluğa, sınırsızlığa açılma arzusunu kışkırtırdı. Tüm bunlar varolanla yetinmemeyi, verili olanı kabullenmemeyi ve başka türlü şeyler isteme hevesini açığa çıkartırdı. Okumak insana şan, şöhret ve bir cazibe katmaz. Kızlar ilgilerini çok okuyanlara değil mizah yeteneği olanlar ile yakışıklı olanlara verir. Okumak kişiyi yalnızlaştırır, kendiyle birlikte düşünmeye yönlendirir ve iç genişlemesine vesile olur. İçi genişleyenler yalnız kalabilmeye daha fazla katlanırlar ve hatta tercih ederler. Okudukça içinizin genişlediğine, bunun giderek büyüdüğüne ve farklı galeriler oluştuğuna tanıklık edersiniz. Bireyselleşme de böyle ortaya çıkar. Bireyleşme demiyorum dikkat ederseniz. Bireyselleşme kendi olabilme ve kalabilme yetisidir. Bunu ancak kanonik yapıtları okuyarak bir iç genişlemesine sahip olanlar yapabilir. 

Bloom kanonla ilişkinin bireyselleşme ve estetik özerklik üzerinden kurulmasını söyler. Kendisini de böyle biri olarak tanımlar. Kanonun sınıf mücadelesi, yapı sökümcü okumalarına itiraz eder. Metnin okuyana haz değil acı verdiğini söyler. Acının ise dünyaya katlanma gücümüzü çoğalttığını belirtir. Kanona estetik ölçülerle yaklaşılmalı ve bu ölçülerden sonra diğer okuma edimlerine yönelinmelidir. Yani arabayı atın önüne geçirmemelidir. Estetik diğer şeylere feda edilmemelidir. Estetik dünyayı kurtarmaz, ölüme çare bulmaz, somut olarak bir işe yaramayabilir, ancak dünyaya katlanmayı ve kendimiz kalabilmemize vesile olur. Bu da ölümlü bir hayatta azımsanacak bir şey değildir.