Kaderin demir attığı bilimin kovulduğu bir ülke burası. Kastı, ihmali, göz göre göre gelen felaketleri takdiri ilahiye bağlayanlar çoğunluğu oluşturuyor. Egemenler, yönetenler bunun böyle olduğunu bildikleri için böyle umursamaz davranıyor. Hangi felaketin, katliamın, ihmalin hesabı sorulmuş ki yaptıklarımızın hesabı sorulacak diye düşünüyorlar. Siyasallaşmış bir işçi hareketi, az çok gövdesini kımıldatmış bir sınıf hakikati ortaya çıkmadıktan sonra da işler bu şekilde devam edip gidecektir. Bunları kendine dert yapmış insanların başına neler geldiğini ise yaşayarak biliyoruz. Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay gibi cesur ve özverili avukatlar Soma halkının yanında olmanın kefaretini kapatılarak, zındana atılarak ödüyorlar.
Her şey bir güne sığar ve gerisi unutuluşa terk edilir. Sayıca birkaç insan acıyı geride kalan ailelerle birlikte dert edinir. Bütün bir düzen sorumluluğu üzerinden atmaya, ihmali başkasına yıkmaya çalışır. Ailelerin yoksulluğu, fukaralığı güçlüler için en büyük silahtır. Çünkü kader söylemi bize gidenle gidilemeyeceğini, yaşamın devam ettiğini söyler. Kastın, ihmalin son tahlilde bir ederi vardır ve her şeye gücü yeten sermayenin çözemeyeceği bir mesele değildir bu. Hak arayışları, adalet talepleri kalın dosyaların içinde bekletilmeye alınır. Arkasını arayanların, gidip gelenlerin sayısı her geçen gün azalır. Çünkü yas tutmayı dahi bilmeyenlerin ülkesi haline getirilmiştir bu ülke. Düşman bellediğinin cesedine tahammül edemeyenlerin, onlara mezarlıkları bile layık görmeyenlerin, bizimle aynı isimlere sahip diye insanların isim haklarına dahi karışma cüreti gösterenlerin normal karşılandığı bir yer oldu burası.
İnsani değerlerin böylesine unutulduğu, yeri geldiğinde lime lime edildiği bir yerde bir yas kültüründen bahsedebilmek de mümkün olmayacaktır. Çünkü yas düşünmeyi, yapıp ettiklerimiz üzerinde bir an olsun sorgulama yapmayı, ortak bir varoluşumuz olduğunu kabullenmeyi ve şimdi bu ortak varoluş üzerinde hep birlikte bir tefekkür yapmayı gerektirir. Halbuki bu işlere ayrılacak ne zaman ne de incelik kalmıştır. Yetişilecek daha önemli meseleler, üzerinde durulması gerekli daha öncelikli işler vardır. Hayatın ise beklemeye hiç tahammülü yoktur. Hem atalar dememiş mi ölenle ölünmüyor diye.
Utanma, arlanma duygusunu kaybetmişler yaşıyor bu topraklarda. Sayılarının ne kadar olduğunu herkesin kendi insafına bırakıyorum. Kimsenin sorumluluğu üstlenmediği, hesap vermediği ve hesaba çekilmeyeceği zannıyla davrandığı bir yer haline getirildi. Üç hafta önce ocakta madencilerle fotoğraf çektiren bakan kaza mahalline herkesten önce varıyor. Herkesten önce geldiğinde sorumluluğunu unutturacağını çünkü hesap vermeyeceğini biliyor. Sayıştay raporları o maden için alarm zillerini çalarken, resim çektirdiği işçiler bunu aileleriyle paylaşırken yapıyor tüm bunları. Bu rahatlığı, pişkinliği sorgulanmama, hesap vermeme kültüründen alıyor. Ziyareti en büyük işçi konfederasyonun başkanıyla birlikte yapmış üstelik. O da olay yerine gelmiş diğerleri gibi. Bakanların yanında onların bir memuru gibi duruyor. Binlerce üyesi olan ve her gün sömürülen, açlık sınırında bir yaşama mahkum edilen bir sınıfın temsilcisi değil sanki. Bakanların yanında onlardan biri gibi temsil ettiği kütleyle hiç ilgisi yokmuş gibi davranıyor. O herkesten daha çok kabullenmiş yaşananın kader olduğunu, yapacak bir şeyin bulunmadığını. Biliyor hesap sorulmayacak, üzerine gidilmeyecek ve devran böyle dönecek.
Bilim nerede, güvenlik neden sağlanmadı diye sorgulayanlar var iyi niyetle. Sermaye tanrısı böyle istediği için o dedikleriniz olmuyor. Çünkü maliyetleri yükseltiyor, rekabeti zayıflatıyor ve artı değer oranlarını düşürüyor. Her şeyin sermaye tanrısının buyruklarına göre düzenlendiği bir yerde emek nedir ki? Sadece bir zorunluluk keşke olmasaydı, ama bilimsel teknolojik devrim gevezeliği yapanlar işlerin daha o noktaya gelmediğini unutuyor ve hiç bir zaman da gelmeyecek. Emek karın biricik kaynağı. Emeğin sömürülmediği bir yerde kar denen kategoride olmaz. Birbirinin varlık sebebidir. Canlı emek aşırı çalıştırılarak, mesailer uzatılarak, kötü çalışma koşulları dayatılarak, iş güvenliğine daha az yatırım yapılarak sömürü düzeyi arttırılabilir. İyi niyetli eleştiri sermaye düzeninin mantığına tosladığında kendi sınırlarına ulaşmış oluyor.
Dolayısıyla yaşanılanlar ne kader ne fıtrat ne de takdiri ilahi. Herkesin işlenmesine değişik derecelerde katkı yaptığı bir cinayet söz konusu. Tıpkı Marquez’in ölümsüz eseri ‘ Kırmızı Pazartesi ‘ romanında olduğu gibi. Kasabadaki herkes cinayetin işleneceği günü, saati ve yeri biliyordur, ama kimse kılını kıpırdatmaz. Sorunun temellerine kadar inmediğimiz taktirde hepimiz göz göre göre gelen daha çok cinayete tanıklık edeceğiz. İktidar eleştirisine sermaye eleştirisi eşlik etmediği taktirde daha çok canımız yanacak. İktidarın sermayeyle kurduğu ortaklık, karşılıklı birbirini kollama halini mesele etmediğimiz de işin özüne varamayacağız. İşte asıl o zaman ölüler öldükleriyle kalmış olmayacaklar ve ellerini yakamızdan düşürmeyecekler.