Kitabın adı ilgimi çekince içeriğini de merak etmeye başlamıştım. Hakkında biraz araştırma yaptım ve bazı bilgilere ulaştım. Yazarının adını sanat etkinliklerinde sıkça duyuyordum. Baran Arslan’ın davet mesajı geldiğinden beri bu konuyla meşgulüm.
“Jako Romanında Felsefi Temeller” konulu söyleşiyi izlemek için 20 Mayıs’ta, belirtilen adrese doğru yola çıktım. Bir sanat merkezine dönüştürülen eski Valilik binasının yanı başındaki ATO Kısacıkzade Konağı‘nın güneye bakan tarihî kapısından içeri girdim. İçeride on beş yirmi kişi vardı. Bir kenarda durup tanıdık bir sima aramaya koyuldum. Salonu gözlerimle tararken bir noktada durdum. O da beni görmüştü. Gülümseyen dost bakışlara doğru yürüdüm. Bütün sanat etkinliklerinde görmeye alıştığım Nazan Hanım’ı burada da görmek beni hiç şaşırtmadı.
“Gel, seni Saba Hanım’la tanıştırayım.” dedi. Saba Hanım’la sosyal medyadan tanışıyorduk ama ilk defa yüz yüze gelmiş olduk. Güler yüzlü, sıcakkanlı ve oldukça kibar bir kadındı. Saba Hanım’a “Jako”yu merak ettiğimi söylediğimde Nazan Hanım, Hızır gibi yetişti,
“Yanıma almıştım.” diyerek çantasından çıkardığı kitabı bana uzattı. O sırada Baran Arslan da bize katıldı. Baran’ı biraz sonra yapacağı sunumun heyecanı içinde gördüm. Önemli ve anlamlı bir iş yapıyordu. Sıradan bir roman değildi “Jako”. Yazarı Saba Kırer, onun için bir yazardan da öte, liseden tarih öğretmeniydi. Öğretmenini ve kitabını anlatacak olması, Baran’ın sırtına ister istemez önemli bir sorumluluk yüklemişti.
Sunumuna tatlı bir heyecanla biraz tutuk başlayan Baran, konuştukça açıldı, rahatladı. Kitabı birkaç kez okumuş, neredeyse hatmetmişti. Genel bilgilendirme sonrası kendi alanı olan felsefi derinliklere inerek bulduğu bağlantıları kitaptan örneklerle ortaya koymaya başladı. Oldukça uzun bir sunum olmuştu. Bir ara kendisi de bunun farkına varmış olacaktı ki “Sıkıldınız mı?” diye salonun nabzını ölçtü. Daha sonra Saba Hanım, kitapla ilgili yaptığı açıklamalarıyla önemli ipuçları verdi. “jako”nun deneysel bir roman olduğunu, bu kitapta farklı anlatım teknikleri kullandığını belirtti. Yapılan açıklamalar kitabı bir an önce okuma iştahımı artırdı.
Mekânda ev sahipliği yapan bir kişiden de söz etmeden geçemeyeceğim. Yerinde duramayan, yüzünden gülücükleri hiç eksilmeyen, pozitif, cıvıl cıvıl bir hanımefendi güne damgasını vurdu. Çay, kuru pasta ikramının yanı sıra, söyleşinin sonuna doğru herkesin önüne koyduğu bir tabak dolusu iri iri, harika görünümlü ve bir o kadar da lezzetli mor dutlar, izleyiciler için tam bir sürpriz oldu. Kocaman bir dut yaprağının üzerine özenle dizilmiş dutları büyük bir zevkle yedikten sonra kapı önündeki sohbette dutların hikâyesini de dinledik. Komşunun bahçesindeki dut ağacına çıkıp en yüksekteki dallardan elleriyle topladığını söyleyen yaramaz çocuk kıvamındaki ufak tefek hanımefendi, Karaisalılar (murtçular) için söylenen bir söze küçük bir takla attırarak herkesi güldürmeyi de başardı.
“Ne de olsa Aladağlıyız, engin dallardan dut yemeyiz!”
Bu neşeli ortamdan istemeyerek de olsa ayrılıp Büyüksaat’e doğru yürümeye başladım. Adana’nın tarihî mekânlarında yürümek, oldum olası hoşuma gider. Metronun Hürriyet Mahallesi Durağı yakın olmasına rağmen çarşı pazarı dolaşarak Küçüksaat’e, oradan da Kuruköprü’ye doğru yürümeyi sürdürdüm.
Sürmeli Oteli’nin önüne gelmiştim ki yaşları on ile on iki arasında olan beş altı çocuk dikkatimi çekti. Bu çocuklar, otelin önünde park halindeki lüks araçların siyah camlarına ellerini dayayıp içlerine bakıp duruyorlar. Kimisi kapı kollarını, bagaj kilitlerini kontrol ediyor, açacakmış gibi kurcalıyorlardı. Çocukça bir oyun peşindeler diye düşündüm, üzerinde durmadım. Bu çocuklara biraz yaklaştığımda, Arapça konuştuklarını, dolayısıyla Suriyeli olduklarını tahmin etmekte zorlanmadım.
Suriyeli çocuklar yolumu değiştirmeme neden oldu. Seyhan Belediyesi Metro Durağına gidecekken Hacıbayram’a doğru kıvrıldım. Görmek istediğim bir mekânı daha merak ediyordum. Hacıbayram’dan eski Hergele Yolu’na (Bakımyurdu Caddesi) döndükten elli metre kadar sonra bir değirmen vardı bir zamanlar. Annemin halasının evi için adres gibiydi bize. Değirmenin yanından dönünce kolayca bulurduk büyük halanın evini. Metro yapıldıktan sonra oraları tanımak mümkün değildi artık. Değirmenin olduğu yer, bir otoparka dönüştürülmüş, yerinde gerçekten yeller esiyordu. Şehrin kabuk değiştirmesine tanık olmaya devam ediyorduk. Kocavezir Metro Durağına yöneldim. Yine içimden biri dürttü sanki beni.
“Şu Mirza Çelebi Sokağına bir gir de gör, Adana’nın ne hâle geldiğini.”
İçimdeki sese ayak uydurdum. Sokağa girdim ama çok dikkatli yürümek gerektiğini de anında anladım. Dükkân sahipleri, tezgâhlarını kaldırıma kadar çıkarmış, yolun iki tarafına da seyyar satıcılar konumlanmıştı. Ortada kalan alan ise yayalardan ve motosikletlilerden geçilmiyordu. Sağıma soluma dikkat ederek bir süre ilerledikten sonra göreceğimi gördüm, diyerek gerisin geri döndüm. Sokakta baharat ya da tatlı satılan dükkânlar daha çok dikkat çekiyordu. Bu arada sebze, meyve satan her tablacı, başındaki kalabalıktan oldukça memnundu. İşin tuhafı, o sokakta Türkçeyi hiç duymadığım gibi, Türkçe yazılmış tabelalar da yok denecek kadar azdı. Herkes Arapça konuşuyordu. Bu da gösteriyordu ki burası tam gettolaşmıştı. Çocukluğumda sıkça kullandığım bu sokağa ve sokaktakilere artık yabancı biriydim.
Metroya binip son durakta park ettiğim aracımla eve gelene kadar bu konu zihnimi meşgul etti durdu. Evde söz dönüp dolaşıp yine bu konuya gelince bir şaşkınlık daha yaşadım. Oğluma araçların camlarından bakan çocuklardan söz ettim. Oğlum, aklıma hiç gelmeyen ilginç şeyler söyledi.
“O çocuklar araçların içini, kapısını kontrol ediyor, aracın içinde para, telefon, cüzdan, bilgisayar gibi değerli bir şey görürlerse alıp kaçıyorlarmış.” Buna benzer tanık olduğu bir iki olaydan da söz etti.
Bu işin sonu nereye varacak? Bu konuya akıl ve mantık ışığında, ülke çıkarları göz önüne alınarak adil bir çözüm bulmanın zamanı geldi de geçiyor bile!..
Bir sanat etkinliği yazısı yazmak için masaya oturmuştum ama bakın yazı nereye evrildi. Bu da gösteriyor ki sorunları görmezden gelmekle sorunlar yok olmuyor, bir şekilde gelip karşınıza dikiliyor. Yazmayıp da ne halt edeceksin!..