İttihat ve Terakki bu toprakların ilk modern partisi olarak kabul edilir. Bu tespitten sonra hemen şu soruyu sormamız gerekir, ama hangisi? Tek bir partiden söz edebilmemiz mümkün değildir. Hareketin Jakoben bir örgütlenmeye dayandığını düşünenler yaşanılan değişimi ihmal ederler. Biz notlarımızda birbiriyle neredeyse taban tabana zıt iki İttihat ve Terakki’nin bulunduğunu ileri süreceğiz.
Bir de parti adını almış olsa da hareket kendisini daima cemiyet olarak nitelendirmiştir. Parti sıfatı Cemiyetin Osmanlı Mebusan Meclisi’ndeki meclis grubuna verilmişti. Bunun nedeni hareketin örgütlenmesinin İtalya’nın birliği için mücadele eden Carbonarilere benzemesindendi. Modern kitle partilerinin siyasal yaşama daha damga vurmadığı 19.yüzyılın ilk yarısında ulusal mücadelelere bu tür örgütlenmeler önderlik etmişti. İtalya’nın ulusal birliğini sağlamak için mücadelede eden ve liderleri Garibaldi olan Carbonariler Lehler, Macarlar, Yunanlar, Bulgarlar, Romenler, Sırplar başta olmak üzere ulusal mücadele veren pek çok çevreye ilham kaynağı olmuştu. 1908’den başlayarak 1918’e kadar Osmanlının yönetimine egemen olan parti de aslında cemiyet olarak örgütlenmişti. Üyeleri birbirini tanımaz, örgütlenme hücreler temelinde yapılır ve cemiyet son derece dar bir ekip tarafından yönetilirdi. İktidar ele geçirildikten sonra dahi bu modele sadık kalınmış ve teşkilat önce merkez komite sonrasında merkezi umumi tarafından yönetilmişti. Şimdi hikâyenin en başına dönelim.
Abdülhamit tarafından ilan edilen 1876 Anayasası 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşları bahane edilerek rafa kaldırıldı. Savaş sonunda imzalanan Berlin Anlaşması Osmanlı açısından travmatik sonuçlar doğurmuştu. İmparatorluk büyük toprak ve nüfus kaybına uğruyor, Balkanlar ve Kafkaslardaki topraklarının büyük bölümünü kaybediyordu. Balkanlarda Bosna-Hersek ve Bulgaristan elden çıkarken, Kafkaslarda Kars, Ardahan ve Batum Ruslara bırakılıyordu. Padişaha karşı oluşan muhalefet rafa kaldırılan Anayasanın yeniden uygulamaya konmasını istiyordu. Osmanlıyı eski azametine kavuşturmak için Abdülhamit eğitim alanında reformlar yapmış, mektepler açmış ve bunun sonucunda Batı düşüncesi ile tanışmış yeni kuşaklar ortaya çıkmıştı. Bu kuşaklar eğitimin ve bilimin gücüne inanıyor, Sultanın gücünün Anayasa ve parlamento tarafından sınırlanması gerektiğini düşünüyordu. Tanzimat’la başlayan kanun önünde eşitlik anlayışını Osmanlı vatandaşları arasındaki birliğin güvencesi olarak görüyorlardı. Bu kuşaklar Fransız Devrimi’nin yarattığı eşitlik anlayışının Osmanlı’nın çöküşüne çare olacağına inanıyordu. Daha henüz ne İslamcılık ne de Türkçülük bu kuşakları etkisi altına almamıştı
Fransız Devrimi’nin 100.yılında tıbbiyede okuyan ikisi Kürt biri Arnavut diğeri Azeri dört talebe işte bu inanç ve düşüncelerle İttihadı Osmani Cemiyetini kurdu. Tıbbiyede başlayan bu hareket hızla İstanbul’daki diğer mekteplere yayılmaya başladı. Harbiye, Mülkiye, Baytar Mektebi, Mühendishane bunlar arasındaydı. Üye sayısı artan, mekteplerde örgütlenen Cemiyet 1895 yılında bir nizamname hazırlama ihtiyacı duydu. Nizamname kanun önünde eşitliğe, insan haklarına, meşverete vurgu yapıyordu. Bunların sağlanabilmesi içinde Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Anayasa’nın yeniden ihyası gerekiyordu.
Eric J. Zürcher bu kuşak üzerine yaptığı araştırmada ‘ üyelerinin 1864-1874 yılları arasında doğduğunu, çoğunluğunun askeri tıbbiyeyi bitirdiğini, ancak orduda görev almadıklarını; din, etnik ve coğrafi köken açısından incelendiklerinde tamamının Müslüman olduğunu, aralarında hiçbir Türkün bulunmadığını, Balkan ve Kafkas kökenli olduklarını, tamamının şehirli, okuryazar ailelerden geldiklerini ‘ söyler. Bu kuşak Osmanlıcılık ideolojisine inanıyordu. Sadece Müslümanlar için değil Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan tüm halklar ve inançların eşitliğine samimiyetle bağlanmışlardı. Sultanın ağır baskıları sonucunda Osmanlıyı terk etmek, muhalefetlerini Kahire, Cenevre ve Paris’te dergi ve gazete çıkartarak, risaleler hazırlayarak devam ettirmek zorunda kaldılar. Son tahlilde hareketleri siyasi olmaktan uzak entelektüel bir temele dayanıyordu. Yayınlarını gizli yollardan ülkeye gönderiyorlar, yayıncılık dışında başka bir faaliyette bulunmuyorlardı.
Hareketin Paris’teki merkezinin başında Ahmet Rıza vardı. 1908 Devriminden sonra Meclis-i Mebusan Başkanlığı yapacak olan Ahmet Rıza Meşveret gazetesini çıkarıyor, İttihadı Anasır siyasetinin sözcülüğünü yapıyor ve Abdülhamit’i Ermenilere karşı izlediği katliamcı politikalardan dolayı sert biçimde eleştiriyordu. Ahmet Rıza örgütçü değildi, siyasetçi yönü zayıftı ve devrim sonrasında gücü çok zayıf olacaktı.
Cenevre’de Osmanlı gazetesini çıkaran Mizancı Murat önemli bir tarihçiydi. Hazırladığı ders kitapları mekteplerde okutuluyor, kendisi de ders veriyordu. Tarihçiliği ve birikimi ile bir kuşak üzerinde etkili olmuştu. Murat İslamcı siyasete inandığından, anasırın birliğine prim vermiyordu. Murat, Abdülhamit’in İslamcı siyasetini destekliyor, Ermenilere ilişkin tavrını doğru buluyordu. Ona göre Ermeni kışkırtmalarının arkasında Batılı güçler vardı. Mizancı bu düşünceleri nedeniyle Sultan ile anlaşacak ve bir süre sonra İstanbul’a geri dönecekti.
Üçüncü eğilim ise Prens Sabahaddin’in Teşebbüs-ü Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti’ydi. Adından anlaşılacağı üzere cemiyet Müslümanlar arasında yaygın olmayan girişimciliğin geliştirilmesini, Ahmet Rıza’nın aksine merkezi idare yerine federatif bir Osmanlıyı savunuyordu. Anglosakson felsefesi Prensin düşünceleri üzerinde etkiliydi.
Bu farklılıklar 1902 yılında yapılan ilk kongrede su yüzüne çıkmışsa da belli ilkeler etrafında bir ortaklaşma sağlanabilmişti. Bunlar Anayasanın yürürlüğe girmesi, âdem-i merkeziyet, anasırın birliği, hanedana bağlılık ve sadakatti. Muhalefet yurt dışından yürütülüyor, ülke içinde Abdülhamit’i devirmeye yönelik örgütsel ve siyasal çalışma yapılmıyor, faaliyetlerin merkezinde yayıncılık bulunuyordu. Bu işlerin finansmanı ise Mısır prensleri tarafından karşılanıyordu.
Yurtdışında yaşayan bu ilk Jön Türk kuşağı padişahı bir despot olarak görüyordu. Zafer Toprak Hoca’nın söylediği gibi Fransız Devrimi ilkelerinden olan eşitliği özgürlükten daha çok önemsiyorlardı. Kanun önünde vatandaşların ve anasırın tüm bileşenlerinin eşitliğinin İmparatorluğu ayakta tutacak yegane formül olduğuna inanıyorlardı. Namık Kemal’den devraldıkları vatan kavramı medeniyle yaşanılan topraklara kutsiyet atfediliyordu. Siyasetçi ve pratik adamlar değillerdi. Takipçileri kentlerin dar okuryazar çevreleriydi. 1908 Devrimini bu kuşaklar gerçekleştirmedi, devrimde hiçbir rolde üstlenmediler, çünkü yurtdışındaydılar. Ancak yayınlar yoluyla devrimi gerçekleştirecek kuşakların düşünceleri üzerinde etkili oldular.