Bugün 19 Aralık ve Hamas’ın 7 Ekim günü İsrail’e karşı başlatmış olduğu saldırının üzerinden neredeyse iki buçuk aylık bir süre geçmiş olacak. Hamas saldırıları sırasında yaklaşık 1500 İsrail vatandaşı can verdi. İkisi general düzeyinde olmak üzere onlarca İsrail vatandaşı Hamas tarafından rehine pazarlıklarında kullanılmak üzere alıkondu. Rehine değiş tokuşu esnasında bunların çok az bir kısmı serbest bırakıldı. Ancak 7 Ekim gününden bu yana İsrail tüm dünyanın gözleri önünde Hamas’ın kontrolü altında bulunan Gazze’yi yerle bir etti. Dar bir şeride sıkışmış olarak yaşayan 2,5 milyon insanın bulunduğu bölgede ayakta kalabilmiş tek bir binaya rastlamak mümkün değil. On binlerce bina yerle bir edildiği gibi ayakta kalmış olanları da kullanabilmek mümkün değil. İsrail Gazze’ye yönelik saldırıları sırasında en küçük bir insani hassasiyeti bile gözetmedi. Dini mekânları, okulları, hastaneleri hedef almaktan kaçınmadı. Bunları yaparken sığındığı gerekçe Hamas gerillalarının buralara gizlenmiş olmasıydı. Top yekûn bir savaşta bile bu tür mekânlar taraflarca hedef alınmaz. İsrail iddialarının doğruluğunun Kızıl Haç yetkililerince araştırılmasına dahi gerek duymadı.
Ölen Gazze’lilerin sayısı bugün itibarıyla 20 bini aşmış durumda. Saldırılara verilen arayı da hesaba kattığımızda İsrail saldırıları karşısında her gün 500’e yakın Gazze’li can veriyor. İsrail saldırıları esnasında uluslararası hukuku takmadığı gibi savaş hukukunu da yok sayıyor. Uluslararası hukuka göre Gazze bir İsrail toprağı değil. Filistin devleti denilen bir devlet de bulunmuyor. Batı Şeria’yı kontrol eden Filistin Kurtuluş Örgütü ve Mahmut Abbas yönetiminin de Gazze üzerinde bir söz hakkı bulunmuyor. Mahmut Abbas yönetimi uluslararası hukuk tarafından Filistin Özel Yönetimi olarak kabul ediliyor. Hamas, Gazze’nin idaresini 2007 yılında yapılan serbest seçimler sonucunda ele aldı. O günden bu yana İsrail, yapılacak bir seçimi Hamas’a meşruiyet sağlayacağı gerekçesiyle sürekli engelledi. Hamas yolsuzluğa ve usulsüzlüğe batmış Mahmut Abbas liderliğindeki FKÖ’ye tepkinin bir sonucu olarak seçimleri kazanmıştı. Müslüman Kardeşler olarak bilinen enternasyonal İslamcı yapının bir kolu olarak Gazze’deki sosyal hayatı örgütleyerek destek edindi. Kurduğu hastaneler, aş evleri ve okullar ile devleti olmayan Gazze halkının desteğini kazandı.
Üzerinden yaklaşık iki buçuk aylık bir süre geçmiş olmasına karşılık uluslararası toplumun gücü İsrail’i saldırılarından vazgeçirmeye yetmedi. Vazgeçirmek bir yana ilk günden itibaren özellikle ABD ve Batı İsrail’in yanında olduğunu deklare etti. Kendisi de bir Musevi olan ABD Dışişleri Bakanı Blinken İsrail’e ziyareti sırasında Tel Aviv’e ABD Dışişleri Bakanı olarak değil bir Yahudi olarak geldiğini söyledi. Blinken aslında ilk aidiyetinin bakanlığını yaptığı ülkeye değil İsrail’e olduğunu ifşa ediyordu. Çifte sadakat ABD Yahudileri için kullanılan bir ifadedir. Bununla hem vatandaşı oldukları ülkeye yani ABD’ye hem de dünyadaki tek Yahudi devleti olan İsrail’e bağlılıklarını bildirirler. Çifte sadakatin bir sorun oluşturmayacağını, çünkü ABD ile İsrail’in aynı siyasi ve ahlaki ideallere sahip olduğunu söylerler. İki ülke arasında stratejik düzeyde de bir sorun bulunmadığından çifte sadakat mensubu olunan ülkeye burada bu hiç kuşkusuz ABD’dir bir ihanet anlamına gelmez. Blinken’in ziyaretini Biden’ınkiler takip etti. Biden’da Amerikan devleti adına en yetkili biri olarak tam desteğini ifade etti.
Yalnız ABD değil bütün Batı İsrail’e destek için kuyruğa girmişti. Alman Şansölyesi ilk ziyaretçilerden birisi olma imtiyazını kimseye kaptırmak istemiyordu. Almanya’nın ve AB’nin desteğinin İsrail Devleti’nin arkasında olduğunu söyledi. Ülkesi uluslararası planda sürekli irtifa kaybederken kendini ön planda tutmaya çok meraklı birisi olarak Macron’da kimseden geri kalmak istemiyordu. Velhasıl o da bu kervana katılmakta gecikmedi. Bu zevata göre İsrail bölgede batılı değerlere sahip tek devletti. Batı’nın alametifarikası sayılan demokrasiye sadece Yahudi ulusu sahipti. Petrol zengini Araplar hala aralarında anlaşamıyor ve arkaik yönetimlerden vazgeçemiyorlardı. Dolayısıyla İsrail’in varlığı Ortadoğu gibi kritik bir bölgede Batı açısından çok kıymetliydi. İsrail’in hukuksuzluğunun, taş üstünde taş bırakmamasının bir önemi yoktu. Batılı değerleri özümsemiş bir millet olarak Yahudilerin etrafları teröristler tarafından çevrilmiş iken kendini savunma hakkı tartışmasızdı.
İsrail’in tek yanlı saldırılarını BM mekanizmaları da önlemeye yetmiyordu. ABD her defasında Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkını İsrail lehine kullanıyordu. ABD bulunduğu ve etkili olduğu bütün uluslararası kurumlarda İsrail’in hamisi bir devlet gibi davranıyordu. Gerçekte kimin hami olduğu belirsizdi. ABD ile İsrail arasındaki ilişkilerin sistematik bir değerlendirmesinin varacağı en sağlıklı sonuç asıl haminin İsrail olduğunu gösterecektir. Genel Kurul’da İsrail’i kınayan ve saldırılara son vermesini isteyen ülkelerin sayısı 160’ı aşmış iken İsrail Gazze’yi yakıp yıkmaya devam ediyor. BM Genel Sekreteri’nin iyi niyetli adımları bir sonuç vermiyor. BM hukukunun bir kıymeti harbiyesi yok. Olsaydı İsrail’e ilişkin olarak alınmış 242 ve 318 sayılı Güvenlik Konseyi kararları hayata geçirilmiş olurdu. 242 Sayılı karar 1967 yılında Arap-İsrail savaşları üzerine alınmıştı. Altı gün süren bu savaşlar sırasında İsrail Mısır ve Suriye ordularını perişan etmiş, Suriye’den Golan Tepelerini Mısır’dan ise Sina Yarımadasını almıştı. Ayrıca FKÖ yönetiminde olan Batı Şeria ile Gazze’yi işgal etmişti. 242 Sayılı BM kararı İsrail’e işgal ettiği toprakları terk etmesini söylüyordu. 318 Sayılı kararda Yom Kimpur olarak bilinen 1973 yılındaki savaşın sonucu yayınlanmıştı. Suriye ve Mısır kaybettikleri toprakları almak için yeni bir savaş başlatmışlar ve İsrail’e yenilmişlerdi. Bu savaş ile İsrail işgal ettiği topraklara süreklilik kazandırmıştı. İsrail BM kararlarını hiçe sayıp işgal ettiği toprakları terk etmedi. Mısır’la barışmanın karşılığı olarak Sina yarımadasının bir bölümünü bırakmakla yetindi. 1979 yılında imzalanan Camp David Anlaşması ile İsrail ilk defa bir Arap devleti tarafından tanınmış oluyordu. İsrail Araplar arasındaki birliği dağıtmış ve aralarına bir kama sokmayı başarmıştı.
Görünüşte bir dev ama uluslararası politika da tam bir cüce olan Avrupa Birliği’de İsrail’e tam desteğini sunmakta bir an bile tereddüt etmedi. Birliğin sekreteri İsrail’i ilk ziyaret edenler arasındaydı. İnsan Hakları ve demokrasi bahislerinde bayrağı kimselere bırakmayan Avrupalılar için fakir, yoksul Arapların ve Gazze halkının insan haklarına hakkı yoktu. Bu haklar zengin, müreffeh Batı için söz konusuydu. Zaten Araplardan ya parayı görgüsüzce harcayan zenginler ya da eli silahlı teröristler çıkardı. Medenileşme, sivillik ve demokratik değerler Batıya mahsustu. Edward Sait yıllar evvel bunları söylediğinde Columbia Üniversitesi’ndeki sözleşmesi feshedilmek istenmiş, ders vermesi yasaklanmış ve Amerikan medyasındaki yazılarına ambargo uygulanmıştı. Habermas gibi radikal demokrasiden bahsederek yeni bir kamusal alan ihtiyacını dile getiren saygın filozoflar nezdinde dahi öncelik Yahudilere aitti. Korunması gereken onların yaşamları ve haklarıydı.
Arap Birliğini oluşturan ülkeler ise kendi aralarında bölünmüş ve parçalanmıştı. Bildirge yayınlamanın dışında somut hiçbir adım atmıyorlardı. Gazze halkına verdikleri destek sadece kendi halklarının tepkilerini yatıştırmak içindi. Çünkü bir Arap milleti olmanın bilincini üreten yegâne kaynak olarak bir tek Filistin meselesi kalmıştı. Araplar kendi aralarında 22 devlete ayrılmış ve somut meselelerde birlik oluşturmaktan çok uzaklaşmışlardı. Her biri İsrail ile resmi veya gayrı resmi iş tutuyordu. Abraham anlaşmaları gelinen noktanın ispatıydı. 1973 Yom Kimpur Savaşı sırasında Arap devletleri petrol kartını kullanmışlardı. Petrol fiyatlarını yükselterek ekonomik krizi tetiklemişlerdi. ABD gibi Ortadoğu petrollerine muhtaç ve bu kartı hasımları üzerinde kullanmak isteyen bir güç açısından bu kartı görmemek mümkün değildi. Nitekim Kissenger Siyonist eğilimler taşımasına karşılık İsrail’e tepki vermek zorunda kalmıştı.
Bu çizdiğimiz manzara karşısında şunu sormak doğal bir davranış olmalı; İsrail devleti böylesi bir gücü nereden alıyor? Dünyanın başka bir ülkesine tanınmayan canının istediği gibi davranma hakkını bu küçük ülkeye kim veriyor? İsrail küçük bir ülke ve büyük bir nüfusa da sahip değil. Ama bu küçük ülke karşısında ne ABD gibi süper bir gücün ne de uluslararası kurumların bir caydırıcılığı bulunmuyor. İsrail kendine yönelik her tür eleştiriyi anti-semitizm kalıbına sokarak bir dokunulmazlık elde ediyor. Anti-semitizm Yahudilerin varlığına karşı olmak anlamına geliyor. İsrail devleti kendisi ile Yahudiliği özdeş kılarak bu ayrıcalığın keyfini çıkarıyor. İsrail’in sözcüğün gerçek anlamındaki terörist devlet pratiğini eleştirmek Yahudi varlığına karşıtlık olarak damgalanıyor. Bu silah ile İsrail Devleti entelektüel, eleştirel alanı bloke ediyor, kendi açısından bir dokunulmazlık üretiyor. Elbette tek başına bu argüman değil İsrail devletini böyle pervasız kılan diğerlerine sonraki yazılarda değinelim.