Bazı isimler vardır düşünceleri ve ait oldukları yer sürekli tartışma konusu edilir. Bu durum bir miktar düşüncelerinin oraya buraya çekiştirmeye açık olmasından kaynaklıdır. Bazan da aldıkları pratik tutumlar herşeyden yalıtık okumalara tabi tutulur. Nietzche gerçekten de Lucaks’ın iddia ettiği gibi ‘ aklı yıkıma ‘ uğratan faşist bir filozof mudur? Bu iddia tüm düşünce evrenini son tahlilde anlayabilmek için yeterli midir? Yoksa Nietzche ‘yi daha Frankfurt Okulu’ndan başlayarak yapıldığı gibi Aydınlanmanın, bürokratik aklın ve modernitenin en yıkıcı düşünürü olarak konumlandırmak da mümkün değil midir?
Yine 20.yüzyılın belki de en büyük filozofu sayabileceğimiz Martin Heidegger’i Naziler iktidara geldikten sonra Freiburg Üniversitesi Rektörlüğü yaptığı için bir Nazi filozofu olarak değerlendirip Nazilerle iş tuttukları sabit olan diğerlerinin yanına mı atabilir miyiz? Lucaks onu iki savaş arasının çıkışsız, karanlık ve umutsuz varoluşçusu olarak nitelendirmişti. Bordieu ise Nazilere olan sempatisinin tüm düşüncesinin merkezinde yer aldığını söyleyerek aforoz etmişti. En yakın dostu Jasper ise filozof olarak emsalsizliğini kabul etmekle birlikte, kamu alanına çıkıp ders vermesinin uygun olmayacağı doğrultusunda üniversite senatosuna rapor sunmuştu.
En yakınında olan ve kendisiyle beraber tüm ailesi Nazi zulmünden nasibini almış Musevi Arendt ise ustasına, hocasına ve aşık olduğu adama toz kondurmamıştı. İkinci Savaş sona erer ermez Avrupa’ya gittiğinde ustasının izini bulmaya çalışmış ve itibarını yeniden sağlama gayretlerinin en önünde yer almıştı. Arendt Heidegger’in tutumunu bir yanılgı olarak değerlendiriyordu ve büyük filozofların bu tür yanılgılar yaşama ihtimalini kabullenmişti. Ustasını verdiği konferanslarda antik Yunan filozoflarından sonra, aradaki büyük kesintiye rağmen, ‘ düşünce ‘ nin nasıl birşey olduğunu ve nasıl düşünüleceğini yeniden canlandıran adam olarak anlatmıştı. Nazi sempatisi Heidegger için bir zaaf, yanılgı olabilirdi, ancak filozofun düşüncelerinin sunduğu imkanlar sınırsızdı. Bu gerekçeyle onu dışlamak, susturmak, kamu alanından yoksun kılmak düşünceyi kısırlaştırmakla eşdeğerdi.
Üstelik Arendt’in kendisi sola açılan bir düşünür, siyaset felsefecisiydi. Siyaset felsefesinin üniversiter ortamdan kovulduğu 50’lerden sonra ısrarla siyaset ile felsefe arasındaki ilişkiyi canlı tutmaya gayret etmişti. Siyasetin Antik Yunan’daki köklerine giderek ‘ iyi yaşam ‘ isteğinin siyasetin bıkmadan usanmadan araması gereken sorunsal olduğunu hatırlatmıştı. Yurttaş olmak, kamusal alan, totalitarizm gibi kavramlar Arendt’in sıklıkla müracaat ettiği başlıklardı. Ustasının izini sürerek belki de Heidegger düşüncesinin özgürlükçü bir okumasını yapmanın mümkün olduğunu ima ediyordu. Çünkü bütün yaşamı boyunca ustasına toz kondurmadı.
Bütün bunları neden anlatmak ihtiyacı hissettik şimdi oraya gelelim. Bizim düşünce tarihimizde de böyle bir dizi tartışmalı kişilikler söz konusudur. Geç kalmış olmanın yarattığı yetişme ve hızlanma isteği bizde pekçok nüansın çok rahat kapı dışarı edilmesine yol açmıştır. Geç kalmışlık felsefi düşünüşün ve kavramsal konuşmanın önündeki en büyük engeldi. Kavramsal titizliğe dikkat edilmemiştir. Halbuki Hegel’e göre insan ancak kavramlarla düşünebilirdi. Kavramlar üzerinde anlaşılamadan yapılacak bir tartışma ortaya kakafoniden başka birşey çıkartmayacaktı.
Geç kalmışlığın yarattığı felsefi ve kavramsal kriz düşüncenin hakkını verememeyi beraberinde getirmiş ve reçeteciliğe sebep olmuştur. Acelecilik, geç kalmışlık ve yetişme isteği son tahlilde pratikçilikten başka herşeyi kovmuştur. Türkiye nasıl kurtulacak tartışmalarının ard alanı kuşatıcı biçimde oluşturulmadan doğrudan çözüm ve çıkış merkezli polemiklerin içine sürüklenilmiştir. Bu topraklar maalesef düşünür ve filozof değil sosyal mühendisler ve pratisyenler doğurmuştur. Düşünce siyasetle, sosyal mühendislikle olan sınırları net çekememiştir. Daha sağ ve sol kavramlarının içeriğinde dahi bugün itibarıyla bir anlaşma sağlanabilmiş değildir.
Kemal Tahir, Cemil Meriç ve İdris Küçükömer’in dertleri, niyetleri daha anlaşılmadan yaftalamalar ve sığ değerlendirmeler almış başını gitmiş ve ısrarla düşünceleri değil hangi dünyaya ait oldukları mesele edinilmiş ve siyasetin yarattığı konumlandırma basıncı düşünceyi son tahlilde itibarsızlaştırarak kesif bir sığlaşmaya sebebiyet vermiştir. Batı’daki gibi bir düşünürün yanılgılarının da olabileceği, ancak düşüncesinin tüm içerimlerinin bu yanılgı nedeniyle yok sayılamayacağı kabullenilememiştir.
Pazarlar kurulmuş, düşünürler değiş tokuş edilmiş ve hatta Türkiye’nin en sarsıcı tezlerine imza atan Yalçın Küçük sağa ‘ Kemal Tahir sizin olsun Peyami’yi bize geri verin ‘ teklifini dahi yapmıştır. Bizzat bu isimlerin kendileri alımlanmalarından sürekli şikayetçi olmuştur. Cemil Meriç’in günlükleri başta olmak üzere bütün yazdıklarına bu serzeniş, öfke sirayet etmişti. Anlaşılamamaktan, çekiştirilmekten bizar olmuşlardır. Aralarında belki de en anlaşılmayacak noktaya belki de kendisinin de gayretleriyle taşıyan İsmet Özel olmuştur. Onun konumu nereye aitdir bilen var mı? Bir insan hem Komünist hem Müslüman hem de Türkçü olabilir mi? Bütün bunları olurken hep kendi kalabilir mi? Hep aynı gerekçeye dayanılarak bahsedilen konumlar edinilir mi?
İsmet Özel tüm bunların mümkün olduğunu söyler. Hangi gerekçeyle komünist olduysa yine o nedenlerle Müslüman ve Türkçü olduğunu söyler ve bir çelişki görmez.