Modern devlet mutlakiyetçi devletin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Modern devletin temelleri asıl olarak o vakit atılmaya başlamıştı. Dolayısıyla mutlakiyetçi devlet kendinden önceki devlet biçimlerinden radikal olarak farklıydı. Mutlakiyetçi devletin ilk biçimi Fransa'da doğdu. Roma'nın dağılmasından sonra MS 800 yılında Şarlman papanın elinden imparatorluk tacını giymişti. Şarlman'ın kurduğu imparatorluk tarihte Kutsal Roma-Germen imparatorluğu olarak bilinir. Bu imparatorluk Avrupa'nın büyük bir bölümüne hakim olmuştu. Ancak imparatorluk ile papalık arasındaki rekabet hiç bitmedi. İmparatorluk zayıfladıkça papalık bundan istifade etmeye çalıştı. Geç ortaçağa ve modern tarihin başlangıcına bu rekabet damga vurdu. Papalık hem dünyevi hem de uhrevi iktidarı arzuluyordu. Fırsat bulduğu her an yeni ittifaklar kurarak bundan yararlanmaya çalıştı.
Ortaçağlarda bilinen ilk krallığı Franklar kurmuştu. Önce Galya'nın kuzeyini kendilerine bağladılar sonra güneye doğru hem Flaman ülkesine hem de Germania topraklarına doğru genişlemeye çalıştılar. Fransızlar Frank mirası üzerinden merkezi bir devlete dönüşmek konusunda diğerlerinden bir adım öndeydiler. Alman ülkesi Kutsal Roma İmparatorluğu döneminde dahi prensliklere bölünmüştü. Bu prenslikler ile imparator arasında güçlü bir vasalite ilişkisi yoktu. Hatta bir kısmı elektör yani seçici prenslerdi. İmparatorun kim olacağına ve kritik kararlara onlar karar veriyordu. İtalya topraklarının bir bölümü papalık kontrolünde olmakla birlikte bazılarında şehir komünleri hakimdi. İtalyan şehir devletleri Roma geleneğine uygun bir biçimde yöneticilerini kendi seçiyordu. İktidarın yoldan çıkmaması için yöneticileri dışarıdan getiriyorlar, geçici olarak görevlendiriyorlar ve maaşlarını kendileri ödüyordu. Britanya toprakları tecrit halindeydi ve soylulara bağımlı güçsüz krallar tarafından yönetiliyordu. Merkezileşme konusunda en ileri adımlar İberik yarımadasındaki İspanyollar ve Fransızlar tarafından atılmıştı. Ama yine de mutlakiyetçi devlet formunun ilk örneğinin Fransa'da ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Fransızlar Alman prenslerinden ve Luther'den çok önce papalığın egemenlik iddialarına itiraz etmişlerdi. Bu itiraz dünyevi otoritenin temellerine dairdi. Yoksa papalık ile Fransa kralları aynı hıristiyanlık yorumunu benimsemişlerdi. Fransa'ya da Katolik uygulamaları hakimdi. Fransızlar papalığı güçsüzleştirerek ve hatta bir dönem kendi ülkelerinde alı koyarak bunu yaptılar. 14.yüzyılda papalık yaklaşık 70 yılı aşkın bir süre Avignon'da ikamet etmek zorunda kaldı. Fransızlar kendi seçtikleri kişiyi papa ilan ediyordu. Bir dönem aynı anda üç papa ortalıkta dolaşıyordu.
Bu uzun açıklamaları mutlakiyetçi devlete giden yolun arka planını sunmak için yaptık. Mutlakiyetçi devlet teritoryal olarak hükmettiği topraklarda egemenliği hiçbir başka güç ile paylaşmak istemiyordu. Sınırları belirlenmiş toprak parçası üzerindeki egemenlik ne dini otoriteyi temsil eden papaya aitti ne de başka bir gücün böyle bir iddiada bulunmaya hakkı vardı. Mutlakiyetçi devlet sadece dışarıdaki bir başka gücün kendi toprakları üzerindeki egemenliğine itiraz etmiyor içeride de yani kendi ülkesinde de iktidarı kimseyle paylaşmak istemiyordu. İçerideki bu güçlerin en başında papalığın temsilcisi kilise geliyordu. Şunu belirterek devam edelim ki kilisenin tarihteki rolü maalesef iyi çalışılmamıştır. Aydınlanma kiliseye düşmandı bunda haksız da değildi. Kilise dünyevi iktidara bulaştıkça, dünyevi iktidarı tekeline aldıkça çürümeye başlamıştı. İktidarını ayakta tutabilmek için yepyeni gelenekler yaratmaya, icat etmeye başlamıştı. Mutlakıyetçi devletler palazlanmaya başladıkça kilise ile bu egemenliği paylaşmak istemediler. Almanlar bu işi teolojik bir yarılmayı göze alarak başardılar. Luther'in arkasında eğer Alman prensleri dizilmemiş olsa idi başarılı olabilmesi mümkün değildi. Alman prensleri hem Kutsal Roma-Germen İmparatoruna hem de papaya karşı egemenliklerini paylaşmama konusunda kıskançtılar.
Luther papalığın ülkesindeki bir takım din adamlarına verdiği endüljans yetkisinden çok rahatsızdı. Endüljans inayet yani bağışlama konusunda papalığın yetki verdiği kişiye günahları affetme yetkisi veriyordu. Bu sayede din adamları inayeti satışa çıkarmaya başlamışlardı. Bu prensliklerin egemenlik işareti olan vergi konusundaki tekellerine yönelik bir saldırıydı. Endüljansın dağılımı papalığın mali olarak güçlenmesi demekti. Bu ise bir devlet olarak örgütlenmiş papalığın elindeki güçlerin çoğalması anlamına geliyordu. Alman prensleri egemenlik haklarını kimse ile paylaşmak istemiyordu. Luther prenslerin maddi çıkarlarını teolojik formülasyonlar haline getirdi. Luther bir tarihi ve geleneği arkasına almış kiliseye karşı açtığı savaşta din için sadece imanın yeterli olduğunu iddia etti. İman ise kişinin kendinden başkasına hesabını vermeyeceği bir şeydi. İncillerde kiliseye inayet konusunda hiçbir hak tanınmamıştı. Bu hakkın dayanağı İsa değildi. Pavlus ve özellikle Petrus kiliseyi İsa'nın bedenleşmiş hali olarak görüyorlardı. Kilise dışında bir din ve İsa tahayyül edebilmek mümkün değildi. İsa'ya inananların biçim kazanabilmesi ancak kilise sayesinde mümkündü. Bu teolojik argüman kiliseye müthiş bir güç ve itibar kazandırıyordu. Karanlık ortaçağlarda kilise bu sayede toplumsal yaşama hükmedebildi. Hastalıktan ölüme, doğumdan inayete her şeye karışıyordu. Ekmek ve şarap ayini olarak bilinen Evharistiyadaki formsal dönüşüm ancak törene bir rahibin eşlik etmesi ile sağlanabilirdi.
Bu sayede kilise ayinler, ritüeller, inayet konusunda bir tekel oluşturmuştu. Merkezi otoritenin dağıldığı ve karanlık dönemler olarak adlandırılan çağlarda kilise tek merkezi güç olarak kalmıştı. Şimdi Alman prenslikleri kendi milli kiliselerini istiyordu. Luther Latince olarak okunan İncili kendi diline çevirdi. İnancın tek kaynağı olarak imanı gösterdi. Kişi kutsal üçlemeye imanı ile bağlanmadıktan sonra iyi bir hıristiyan sayılamazdı. İman ise ancak saf halinde mevcut olabilirdi. İmana hiçbir şeyin gölgesi düşmemeliydi. Kilisenin inayet konusunda bir yetkisi yoktu. İnayet anacak iman ile mümkündü. Evharistiyada bir formsal dönüşüm söz konusu değildi hem niçin şarap yani İsa'nın kanı sadece din görevlilerine dağıtılıyordu ki? Kiliseye gelen herkes ayine tam anlamıyla katılabilmeliydi. Luther böyle yeni bir teolojinin, milli bir inancın temellerini attı. Luther'in bu girişimi en çok prenslerin işine geliyordu ve prensler papalığın aforozu karşısında onun arkasında durdular. Üniversitedeki görevine devam etmesine izin verdikleri gibi yayınladığı kitapların serbestçe dağıtımına yardımcı oldular. Luther'in çıkışı tam da matbaanın ve basılı kitabın patlama yaptığı döneme denk geldi. Kendi dilinde yayınladığı İncil kısa sürede 100 bin satmıştı. Ulusculuk üzerine en özgün teorilerden birine sahip olan Benedict Anderson meşhur kitabı 'hayali cemaatler'de matbaanın ve basılı kitabın icadını teorisinin merkezine yerleştirmişti. Ulusu hayal edebilmek ancak birbirini tanımayan ve bilmeyen bir topluluğu ortak bir tahayyülde buluşturabilmekle mümkündü. Kitap, broşür ve gazete bu tahayyülün en etkili araçlarıydı. Hem 'gazete okuyarak güne başlamanın modern insan için sabah duası yerine geçtiğini' büyük filozof Hegel söylememiş miydi?