İmamoğlu bayramı bahane ederek çıktığı Karadeniz gezisinde Cumhurbaşkanlığı hevesinden vazgeçmeyeceğini ilan etti. İmamoğlu açıkça aday olduğunu söylemese de şartlar oluştuğunda sorumluluk almaya hazır olduğu mesajını da verdi. Kılıçdaroğlu kavgaya hazır olduğunu deklare ederken, yol arkadaşlarını en üst perdeden uyarırken İmamoğlu’nun gezisi CHP Genel Merkezi’nde kaşların kalkmasına yol açmış olmalı. İmamoğlu altılı masanın emrinde olduğunu söylese de, Kılıçdaroğlu’nun geziden haberdar olduğunun altını çizse de, manzaranın rahatsızlık yaratmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. CHP Genel Merkezi bu oldubittiyi perdelemek için elbette maslahata uygun davranacaktır. Ama bu durumun bir sürtünme yaratacağını, istikbale yatırım yapacak siyaset esnafını zor bir tercihle baş başa bırakacağını da şimdiden belirtelim.
İmamoğlu her haliyle hırslı ve iddialı bir siyasetçi. Düne kadar İstanbul’un küçük bir ilçesinin belediye başkanlığını yapan birisinin genel siyasete ilişkin bu iddiasını karakteriyle veya Karadenizliliği ile izah etmek eksiktir. İstanbul Belediye Başkanı seçilmek üstelik ikinci seçimde tarihi bir farka imza atmak her faninin egosunu yükseltir. İstanbul Belediye Başkanlığı her kişiye memleket siyasetinde daha etkili pozisyonlara sıçramanın anahtarını verir. Bunların hepsi kabul, ama İmamoğlu’nun iddiasını kişilik özelliklerine veya Karadeniz asabiyesine bağlamak da durumu tam açıklamamaktadır. Önemli gördüğümüz başka faktörleri anlatmak başka bir yazıya kalsın.
İmamoğlu pot kırmakla, yanlış yapmakla birlikte her adımını planlayarak ve tasarlayarak atıyor. İlk hedefi AKP ile girdiği polemikler vasıtasıyla Erdoğan karşısında kendini asıl muhatap düzeyine yükseltmektir. AKP’li bakanlara yaklaşımındaki üstenci dil bunun işaretidir. Onlara ‘muhatabım siz olamazsınız benim asıl rakibim reisiniz’ diyor. Liderinin yapması gerekenleri bir tür rol çalarak üstlenen İmamoğlu, bu davranışının AKP karşıtı çevrelerde yaratacağı sempatiye güveniyor. Bu yönüyle öne çıkarak Erdoğan karşıtı kitleler nezdinde onunla sadece kendinin baş edebileceği duygusunu yaratmak istiyor. Doğu Karadeniz’i baştan sona kapsayan geziyle de aynı mesaj verilmek istenilmiştir. Erdoğan dışında neredeyse kimsenin miting yapamadığı bir bölgede topladığı kalabalıklar ile de bir tür güç gösterisi yapmıştır.
Gezi günlerdir tartışılıyor. İmamoğlu bu gezi ile Millet ittifakının adayı olmak istediğini, arkasında ciddi kitle desteği bulunduğunu, Erdoğan’ın Karadeniz’in de onunla yenişebilecek tek kişi olduğunu, ‘masaya saygı duymak ve liderinin adaylıktaki rüçhan hakkını tanımakla beraber’ kendisinin de ihmal edilemeyecek bir adaya artık dönüşmüş olduğunu kamuoyuna açıkça ilan ediyor. İmamoğlu şunun hesabını yapmaktadır: Adaylıkla ilgili son düzlüğe girildiğinde kitleler Erdoğan karşısındaki en güçlü adayın arkasında hizalanacaktır. Geçiş süreci, parlamenter sisteme dönüş gibi şimdi siyasetin tartışma konusu edilen konular geri plana itilecektir. Erdoğan karşısında her defasında yenilen kitleler kazanma olasılığı en güçlü adaya yüzünü çevirecektir. Mümkünse seçimin ilk turda ve açık farkla kazanılacağının işaretini veren adayın masanın adayı olması için kartlar yeniden karılacaktır. Bunun için ismini gündemde tutmak, yarıştan kopmamak, her çevreyi bu yürüyüşün içine çekmek, sabırla adaylığa doğru giden taşları döşemek istemektedir.
CHP İmamoğlu’ndan gelecek başka sürprizlere de hazırlıklı olmalıdır. İstanbul Belediye Başkanı olmuş bir kişinin adaylık iddiası olmasa dahi siyasetin merkezinde olmak istemesi, güç merkezi oluşturma arzusu Türkiye siyasetinin parametreleri hesaba katıldığında olağandır. Anlaşılan o ki CHP Genel Merkezi bu ihtimali hesaba katmadan bugünlere kadar gelmiş. Hâlbuki Kılıçdaroğlu’nun hikayesinde de 2009 İstanbul Belediye Başkan adaylığı performansı dönüm noktalarından birisi olmuştu. Seçimde partisinin aldığı olağan oyun çok üzerinde bir oy alan Kılıçdaroğlu Baykal’a yönelik kaset komplosu üzerine genel başkanlık için ismi öne çıkan tek kişiydi neredeyse. Kamuoyu da buna göre hazırlanarak Kılıçdaroğlu CHP tarihinde hiç olmamışı gerçekleştirip tüm delegelerin oyuyla genel başkan seçilmişti. Dolayısıyla İstanbul seçimlerinden alınan her başarılı sonuç başarının altına imza atan siyasetçinin önüne yeni hedefler getirir. İmamoğlu’nun da üstelik Erdoğan karşısında iki seçim kazandıktan sonra önüne daha büyük hedefler koyacağı aşikârdı.
Geç kalmış bu durum umalım düzeltilir ve bencilce hırslara yenik düşülmez. Erdoğan karşıtı güçlerin gereksiz rekabetine değil birlikte çalışmasına ihtiyaç var. CHP ile ilgili oluşabilecek geleneksel yargılar da bir an evvel boşa çıkarılmalı. Kılıçdaroğlu’nun adaylık yoklamaları yaptığı bir vasatta çok adaylılık iyi yönetilemediği taktirde CHP’ye ivme değil irtifa kaybettirir. Cumhurbaşkanlığı adayına ilişkin profil tarifi yapan masanın bu kargaşaya son verecek adımları da ivedi olarak atması gerekiyor. Adaylık ne masadaki dengelere ne de kimin hak ettiğine değil Türkiye’nin içinden geçtiği şartlar düşünüldüğünde seçimin kiminle kazanılacağı veri alınarak saptanmalıdır. Bu koşulu yerine getirenler ayıklanıp dönemin ruhuna en uygun olan üzerinde karara varılmalıdır. Bunun için liderler partisel hırslarını, kişisel egolarını bir yana bırakıp, toplumsal beklentilere göre davranmalıdır. Çünkü seçim kaybedildiğinde sonrasına ilişkin tüm hesaplar bir anda tarumar olacaktır. Hesap yapanların hesaplarını hayata geçirmeleri fırsatı bile kalmayacaktır. Türkiye koyu bir totaliter dönem içerisine girmiş olacaktır.
Not: Analizlerimizi çoğu kimse gibi her hangi bir adaya duyduğumuz sempati nedeniyle yapmıyoruz. Elimizden geldiğince nesnel kalmaya çabalıyoruz. Bunun tam anlamıyla mümkün olmadığını bilerek. Siyasetin sadece bilinen, göz önünde olan dinamiklerini değil asıl görünmeyen dinamiklerini de analize dâhil ederek olup biteni kavramaya çalışıyoruz. Komploculuğa prim vermiyoruz ve bu düşünme biçiminin zihni sakatladığına inanıyoruz. Komploculuğun siyaseti dar çevrelerin hamlelerine indirgediğini ve gerçek toplumsal dinamikleri kavramaktan uzaklaştırdığını düşünüyoruz. Ancak bu toprakların tarihini anlayabilmek için devleti araçsallaştıran yaklaşımdan uzak durmak gerektiğinin farkındayız. Devlet bu topraklarda hiçbir zaman sermayenin basit bir aparatı haline gelmediği gibi liberallerin umduğu ve beklediği gibi tarafsız bir hakem de olmadı. Devlet ya sermayeyle simbiyoz içinde ya da onun da taleplerini içererek her zaman siyasetin ‘üst belirleyeni’ oldu. Mahir Çayan’ın bize bıraktığı en değerli kavramlardan biri ‘emperyalizmin içsel bir olgu olduğu’ hakikati yine bu analizin köşe taşlarından biridir. Ukrayna Savaşı nedeniyle Batı emperyalizminin Türkiye’ye ilgisinin yeniden arttığı bir dönemde seçimin sadece bu topraklarda yaşayanları ilgilendirmeyeceği, hesabı olan her çevrenin bu seçime müdahil olacağıysa izahtan vareste bir sabitedir.