Önce fizyokrasi ardından merkantilizm geldi. Her ikisi de Fransız kökenli iktisadi düşüncelerdi. Fizyokratlara göre zenginliğin kaynağı topraktı. Bir ülke ne kadar geniş ve verimli topraklara sahip ise o kadar zengin olurdu. Bu düşüncenin toprağa bağlı egemen sınıfların çıkarlarını yansıttığı yeterince açıktı. Toprak aristokrasinin ellerindeydi ve karşılarına henüz yeni palazlanmaya başlamış bir tüccarlar sınıfı çıkıyordu. Merkantilizm otarşik bir iktisadi anlayışa sahipti. Zenginliğin kaynağı değerli madenlerdi. Sömürgecilik sayesinde sömürgelerden değerli madenler akıyordu. Gümrükler yüksek çitlerle dışarıya kapatılıyordu. Merkezi ulus devletlerin inşasına merkantilizm eşlik ediyordu. Bir kara parçasında egemenliğini ilan eden ulus devlet aynı sınırları dışarıdan serbestçe emtia girişine kapatıyordu. Merkantilizmi serbest ticaret dönemi takip edecekti. İngiliz armadası adeta dünyanın fabrikası haline gelmişti. Denizlerdeki üstünlüğü ile de hem yeni sömürgeler elde ediyor hem de fabrikalarının bacasını tüttürebilmek için ihtiyaç duyduğu ham maddeleri rahatlıkla sağlayabiliyordu. Ürettiği metaların tüketilmesi için tüm dünyayı pazar haline getirmesi gerekiyordu.
Serbest ticaret döneminin iktisadi ideolojisi ekonomi politikti. Ekonomi politik düşünürlerine göre zenginliğin yegane kaynağı emekti. Fizyokrasi toprağa bağlı sınıfların yani aristokrasinin, merkantilizm ulus devlet kurucusu personelin yani bürokrasinin ideolojisi ise ekonomi politik tüm bunların karşısına dikilen üretici sınıfın ideolojisiydi. Bu nedenlerle toprağın, değerli madenlerin değil emeğin servetin kaynağı olması gerekiyordu. Çünkü diğer sınıflar çalışmadan tüketiyordu. Ne aristokrasi ne de maaş ve imtiyazlarını toplam toplumsal servetten çekip alan bürokrasinin üretimle doğrudan bir ilgisi yoktu. Tüccar sınıfı ise tarih boyunca var olmuş ve pek çok uygarlıkta lanetlenmiş bir sınıftı. Tüccar servetini dolaşım alanının sunduğu hilelere borçluydu. Hesaplı, öngörülü davranarak mübadele işlemi sayesinde aldığını daha fazlasına satıyordu. Özgür iş gücü tarih sahnesine ancak kapitalizmle beraber çıktığı için üretimi başlıca gaye edinemiyordu. Çünkü üretmek için üretmek, biriktirmek için biriktirmek ve kar etmek için kar etmek ancak kapitalizm sayesinde Hegelci bir kavramla kendinde amaç haline gelebildi.
Ekonomi politik burjuvazinin feodal sınıflara karşı yürüttüğü savaşta en önemli silahı haline geldi. Aydınlanma burjuvazinin dinsel taassuba karşı en etkili silahıydı. Göklerdeki iktidarı param parça ederek yeryüzüne indirmişti. Şimdi toprak sahibi sınıfların elindeki maddi silahları da almak gerekiyordu. Ekonomi politik ile bu devrimde gerçekleştirildi. Servetin, zenginliğin, ulusların ilerlemesinin kaynağı emekti. Emek olmadan, emeği iyi organize etmeden, üretim mekanında toplamadan bir ulusun zenginleşebilmesi mümkün değildi. Ancak zenginliğin kaynağının emek olduğu tespit edilerek büyük bir devrim gerçekleşmiş olsa da yapılan iş yine de sınırlıydı. Çünkü ufkuna tüm insanlığın değil giderek egemen hale gelen bir sınıfın çıkarlarını yerleştiriyordu. Karşısına kendisini kurtarırken tüm insanlığı da çekip kurtaracak bir sınıf çıktığı anda ekonomi politik gericileşmeye başlıyordu. Ekonomi politik tüm ileriliğine karşılık üretim sürecinin sırlarını faş etme konusunda yetersizdi. Yetersizliği zenginliğin kaynağı olarak gördüğü temel kategoriyi yani emeği net bir biçimde tanımlayamamasından kaynaklanıyordu. Emek servetin kaynağı olarak hakkını ücretle alıyordu.
Emeği ücrete eşitlemek mistifikasyonun temeliydi. Ekonomideki yıllık toplam üründen işçiler ücret adı altında kendilerini ve ailelerinin yeniden üretimi için gerekli olanın asgarisini alabiliyordu. Bu ücret daima asgari yaşam düzeyine karşılık düşüyordu. Çünkü yedek işçi ordusunun kırbacı ücretleri bu noktada tutmak için yeterliydi. Artık emeğin ücret dışında kalan kısmı ise toprak sahibine toprak rantı, paradan para kazananlara faiz geliri ve sermayeye kar olarak bırakılıyordu. Ekonomi politik diğer iki sınıfa yani toprak sahipleri ile paradan para kazananlara düşman bir sınıftı. Ancak emeğin ücret adı altında hakkını aldığını söylüyordu. İktisatçılar toprağı, faizi, sermayeyi ve emeği doğal kategoriler olarak kabul ederler. Bunlara üretim faktörleri derler. Üretimin realizasyonu için bu dört sınıfta eş değer kabul edilir. Son tahlilde herkes kattığı değer kadar gelir alır. Halbuki bu perspektif gerçeğin ters yüz edilmesini veri sayar.
Marx Kapital'e metanın sırlı evrenini inceleyerek başlamıştı. Kapitalist üretim tarzının tüm esrarı tek bir şeyde, onun en basit halinde yatıyordu. Bu sır metaların esrarlı dünyasıydı. Şeyler arasındaki ilişki insanlar arasındaki ilişkilerin yerini alıyor derken Marx'ın kastettiği şey metalardı. İnsan şeylerin yani metaların egemenliği altına giriyordu. Aldatıcı nesnel düşünme biçimlerinin tamamı metaların bu sırlı hayatından kaynaklıydı. Ekonomi politik emeğin zenginliğin kaynağı olduğunu söylemiş fakat ' bu içeriğin niçin o biçimi aldığını; dolayısıyla emeğin kendisini niye değerle ve emek zaman cinsinden ölçüsünün kendisini niye emek ürününün değer büyüklüğüyle ortaya koyduğunu bir kez bile sormamıştır. ' ( Kapital, 1.Cilt, S. 89-90 ) ' Marx ekonomi politiğin ulaştığı sonuçları değil soru yöneltme biçimini eleştirmiştir. ' ( Kapital'e Giriş,s.37, Michael Heinrich )
İktisadın safsataları emek ile diğer üretim faktörleri arasındaki ayrışmayı doğal kabul eder. Emek ile emek-gücü arasında herhangi bir fark yok ise üretim araçları ile sermaye, toprak ile toprak mülkiyeti arasında da bir fark yoktur. Halbuki emek hiçbir şey ifade etmez. Üretim ve geçim araçlarından mahrum bırakılan yani mülksüzleştirilen insanın tek metası emek-gücüdür. İşçi bu zorunluluk altında hayatını idame ettirebilmek için tek üretim aracı olan emek-gücünü sermayeye vermek zorundadır. Hukuk bu görünüş biçimini mukavele özgürlüğü adı altında mistifiye eder. Emeğin bu hali diğer üretim faktörlerini bahsettiğimiz toplumsal kılıklara sokar. Emek-gücü ücrete dönüştüğü için toprak ranta, para faize, artı-emek kara dönüşür. Marx buna kapitalizmin ' üçlü formülü ' diyordu Hıristiyanlığa nazire yaparak. Orada da tek bir insan değişik kılıklara bürünüyordu. Hem kanlı canlı biri olarak Nasıralı İsa'ydı ama aynı zamanda tanrı ve kutsal ruhtu. Hıristiyanlıktaki teslis inancının temeli Pavlus tarafından atılmıştı. Kapitalizmin üçlü formülü ise varlığını iktisat ideolojisine borçlu.
Marx'a göre tüm bunların kaynağında meta fetişizmi tarafından adeta büyülenmiş olmamız yatıyor. Meta fetişizmiyle ilgili kısacık bölüm Marx'ın ideoloji analizinde ulaştığı en son aşamayı simgeler. Kapitalizm altında tüm toplumsal ilişkilerimize meta fetişizmi damgasını vurur. İnsan artık toplumsal ilişkilerin öznesi olmaktan çıkar. İnsanlar arasındaki iletişim nesneler arasındaki ilişkilere dönüşmüştür. Emek-gücünün sömürüldüğü üretim evreni gözlerden ırak kılınır. Üretim faaliyeti üçlü formülasyona indirgenir. Üretimden çıkıp realize olmak için mübadele evrenine dahil olan metalar hayatımızı istila eder. En özel, en hayati, en kıymetli ilişkilere metaların gölgesi düşmeye başlar. Buradan çıkış Marx'a göre ancak komünizmle mümkündür.