Dünyayı yaklaşık 500 yıldır egemenliği altına alan Batı’nın, bu egemenliğini üç kaynağın eşsiz sentezine borçlu olduğu söylenir. Tarih sıralamasına doğru gidecek olursak ilk sıraya İbraniliği yerleştirmemiz gerekir. İbranilik Tektanrı inancını, inancın dayanağı olarak yasalara itaati ve itaatin de içselleştirilmesini yani ahlakileştirilmesini vazetmişti. İbranilikte Tanrıya inanç biçimsel olmamalı, yürekten olmalıydı. Yürek yani vicdan Tanrıya tam bir teslimiyet içinde olmalıdır. İbranilikte yasalara uygun davranmamanın cezası günahkâr olmaktı. Dolayısıyla tam bir teslimiyet içerisinde olunmalı ve günahtan kaçınılmalıdır. İbrani Tanrısı semavi, ilahi ve yücedir; O, her şeyden üstündür. Hıristiyanlık İbraniliğin içinden çıkmış, onunla ters düşmüş olsa da, son tahlilde bir bütünlük oluştururlar. İbraniliğin tikel özelliklerle donatılmış Tanrısını Hıristiyanlık evrenselleştirmişti. İbraniliğin çift kişilikli Tanrısında, Hıristiyanlıkla birlikte müşfik, merhametli ve bağışlayıcı yan daha ağır basmıştı. İsa nefreti, kini, öfkeyi değil; merhameti, bağışlamayı ve sevgiyi getirdiğini söylemişti.
İbranilik 13.yüzyılda Tektanrı inanışına doğru bir gelişim gösterirken, Yunanilik daha emekleme aşamasında bulunuyordu. M.Ö 6 ve.4.yüzyıllar arasında asıl atılımını yapacak ve yeni bir medeniyete imza atacaktı. Yunanilik pagan bir dünyanın içinde ortaya çıktı. Çoktanrıcılık egemendi ve tanrılara insani ve doğal özellikler atfediliyordu. Yunanilik estetik, felsefe ve edebiyat alanında benzersiz bir deneyimi ortaya çıkardı. Yunanilik tapındığı mitleri en sonunda aklın süzgecinden geçirmeyi başardı. Doğaya güç yetiremediği için mitleri yaratan Yunani, felsefe sayesinde kavramlar üretmeyi başararak onları denetimi altına aldı. Yunani için doğa günahın kaynağı değildi. Yunaniye göre doğa vecdin yani yücelmenin, kendinden geçmenin bir vasıtasıydı. Estetik yani sanat işte bu doğa ile sağlanacak uyumun kendisiydi. İnsan gövdesi kusursuzluğun bir yansımasıydı. Yakındoğu’nun çoktanrıcılığı inanışını kültlere yansıtırken ve bu kültler hayvan ve bitkilerde simgeleşirken, Yunani heykel aracılığıyla insan gövdesindeki kusursuzluğun peşine düşüyordu. Yani kendi kendini yüceltiyordu.
İkisinden sonra gelen Roma ne ahlakı ne felsefeyi ne de estetiği yüceltecekti. Roma geniş toprakları hükmü altına almış bir imperium olarak yönetme biçimlerinde ustalaşacaktı. Siyaset dediğimiz yönetme sanatı zirvesine Romalıların ellerinde ulaşacaktı. Yönetimdeki ustalıklarını modern hukukun da temellerini oluşturacak olan, kendi adları ile anılan hukuka borçluydular. Marx bile Roma hukuku karşısında şapka çıkartacaktı. Bir üstyapı kurumu olan hukuk son tahlilde üretim süreçlerinden bağımsız değildi. Ancak Roma’nın yarattığı hukuk tek başına bununla açıklanamazdı. Roma hukuku üretim tarzını çok aşan bir gelişkinliğe sahipti. Romalılara bu özelliği kazandıran, siyaset alanındaki ustalıkları, kısaca yönetme konusunda sahip oldukları eşsiz deneyimdi. Roma, İbraniliğin içinden çıkmış Hıristiyanlığı önce karşısına almış, ancak onun kendine sağladığı dünyevi imkânların çabuk farkına vararak bir imparatorluk dini haline getirmişti. Batı denilen, dünyayı hâkimiyeti altına alan, ve kendisini medeniyet ile eşdeğer kabul eden gücün kaynakları bunlardı.
Kültür ve Anarşi’nin yazarı Matthew Arnold, kitabının 4.bölümünde İbranilik ile Yunaniliğin bir karşılaştırmasını yapar. Her ikisinin de diğer büyük tinsel öğretilerde olduğu gibi ‘insanın kusursuzluğu ya da selametini’ hedeflediğini belirtir. Bu amaca ulaşmak için kullandıkları diller çoğu zaman benzerdir, ancak farklılıklar olsa bile amaçları ‘ilahi doğadan nasiplenmemizi’ sağlamaktır. Yunanilik şeyleri oldukları gibi görür. İnsan gövdesi ve arzularıyla kavgasının nedeni onların doğru düşünmenin önüne engeller çıkarmasıdır. Hâlbuki İbranilik yasaya bağlılığı, itaati emreder. Arzudan kaçınmayı salık vermesinin nedeni ise arzunun başına buyrukluğu ve günaha olan yatkınlığıdır. İbranilik tüm hayatını yasaya göre düzenler. Yasa onun hayatında en küçük bir boşluğa dahi bir yer bırakmaz. Yunanilik bilinci serbest bırakıp özgürleştirirken, İbranilik vicdanı sürekli baskı altına alır. Yunanilikte İbranilik gibi insan doğasının ihtiyaçlarını karşılamak için ortaya çıkmıştı. Ama bunu yaparken takip ettikleri yöntem birbirinden faklıydı. Sokrates ‘ en mutlu insan(ın) kendini kusursuzlaştırmakta olduğunu en çok hisseden insan’ olduğunu söylemişti. Yunanilik, ideanın mükemmel formlarına ulaşmak için aklın yol göstericiliğini takip eder. İbranilikte bu çaba küçümsenir, hor görülür. Bu sıfatlar ancak Tanrıya yakıştırılabilir. İbranilik kusursuzlaşıp yücelmeyi değil günahlardan kaçınmayı telkin eder.
Yunanilik ile İbranilik ilk defa İskender dünyayı fethe çıktığında, Sur’dan Yeruşalim’e çıktığında karşı karşıya geldi. Yunaniler kendilerinden farklı bir halkla karşılaştılar. Bu halk erkeklik organını sünnet ediyor, haftanın bir gününü dinlenme günü sayıyor ve katı bir gıda rejimi uyguluyordu. Tek bir Tanrıya inanıyorlardı. Yunaniler için Persler ülkelerini işgal etmeye gelmiş, dünya egemenliği için mücadele ettikleri lanetli bir halktı. Aynı şey İbranilik için söylenemezdi. İbraniliğin Babil sürgününe Persler son vermişti. Tapınağın ikinci defa yapımına izin vermişler ve kutsal eşyaları geri vermişlerdi. Kendilerini Perslere karşı minnettar hissediyorlardı. İskender’de Persler gibi yaptı; inançlarına karışmadı, tapınağa dokunmadı ve sadece haraca bağladı. Ama Yunanilik Helen imparatorluğu altında İskender ölüp dağılınca İskender’in komutanları imparatorluğu aralarında paylaşmıştı. Yahuda 4.Antiokhos’un payına düşmüştü. Ağır baskılar ve zulümler altında İbranilik Yunaniliğe üç defa isyan edecek, en sonunda Romalılar gelinceye kadar bağımsızlıklarını yeniden kazanacaklardı.
Yunanilik Roma’nın dağılmasından sonra, ancak Bizans formunda terk ettiği topraklara tekrar geri dönebilecekti. Ancak bu sırada İbranilik ebedi olduğunu düşünecekleri ikinci sürgüne çıkacaktı. İbranilik ile Yunanilik tarihi miraslarının keşfedileceği zamanları bekleyecekti. Yunanilik Rönesans ile birlikte yeniden doğdu. Yeniden doğuş anlamına gelen bu büyük hareketi ortaya çıkaran güç Yunaniliğin yeniden keşfiydi. Yunaniliğe özgü temalar Rönesans ile birlikte yeniden yükselişe geçti. Doğanın farkına varış, mükemmelliğe yaklaşma, insan anatomisine duyulan hayranlık vb… Rönesans çoğunluğun değil azınlığın bir hareketiydi. Ortaya çıkan fikirler yığınlara değil elitlere hitap ediyordu. İbraniliğin zuhuru ise reform adı altında kendini gösterecekti. Protestanlık tıpkı İbranilikte olduğu gibi kültleri, ritüelleri ve gösterişi değil sadece kitabı yani yasayı yani ahlakı yani vicdanı esas alıyordu. Tanrı inanlardan sahte bir bağlılık değil yürekten bir sadakat istiyordu. İnancın dayanak noktası kitaptı. Kitap dışındaki her şey gereksizdi, fazlalıktı. İbranilikte binlerce yıl sürecek sürgüne rağmen kendini kitaba bağlılık sayesinde ayakta tutmamış mıydı? Seküler ahlakın felsefi temellerini inşa edecek olan Kant’ta aynı kaygılarla hareket etmemiş miydi? İbranilik nasıl yasaya bağlılığı vicdan temelinde değerli saymışsa, Aydınlanmanın büyük filozofu da kategorik emperatifini ‘üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası’ diyerek salt vicdana dayandıracaktı.