Bir kez daha diyerek ilerleyelim. Çünkü hukuk Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diplomasının iptal edilmesi ile ilk defa ayaklar altına alınmıyor. Bu karar Türkiye’nin içine girdiği sürecin semptomlarından biri sadece. Kuvvetler ayrılığı rafa kaldırılalı çok oldu. 15 Temmuz darbe girişimi ile bu sürecin önü sonuna kadar açılmıştı. Darbe iktidar sahiplerine devlet aygıtını baştan aşağı yenileme fırsatını vermişti. Kuvvetler ayrılığı bütünüyle rafa kaldırılmış tüm kuvvetler tek bir yerde toplanmıştı. Kuvvetlerin tek bir yerde toplandığı devlet düzenine ne ad verildiğini biliyoruz. Şimdi onu tekrarlamanın sırası değil.
Ama Türkiye’de hukuk ilk defa siyasi güç mücadelelerine alet edilmiyor. Rakibini hukuku kullanarak yarışın dışına itme bir Türkiye klasiği. 12 Eylül faşizmi kapattığı siyasi partilerin yöneticileri, milletvekilleri için 10 yıllık bir siyasi yasak getirmişti. Bu yasak 1987 yılında yapılan bir referandumda kıl payı ile kaldırılabilmişti. Özellikle radikal sol partilerin TBMM’de temsilini engellemek için %10 barajı getirilmişti. Sovyet düzeninin çöküşü radikal sol partileri kenara doğru iterken bu yasak asıl olarak 80’lerin sonuna doğru muazzam bir kitleselleşme momenti yakalayan Kürt partilerini dışarıda tutmaya yaramıştı. Kürt siyasi geleneğinden partiler bu yasakları 2007 yılında bağımsız adaylar ile kadük hale getirdiğinde yasağın onlar için bir anlamı kalmamıştı artık. Politik ve örgütlü bir halk önüne konulan barajları aşmayı yetecek bir politik eğitimden geçmişti çünkü.
Ama değişmeyen gerçek siyasetin hiçbir zaman meşru, yasal zeminlerde yapılmasına fırsat dahi verilmemesi yönünde oldu. Türkiye’yi yöneten güç hangisi olursa olsun istemediklerini siyasetin dışına itmek için kendine hukuku malzeme yaptı. Anlı şanlı hukukçularda buna alet oldular. Siyasetin tasallutundan kendini koruyabilecek bir hukuk düzenine bir türlü ulaşamadık. Bir zamanlar TESEV bir yargı raporu yayınlamıştı ve rapor yargı mensupları ile yapılan derinlemesine mülakatlar üzerine bina edilmişti. Yargıçların büyük bölümünün ideolojik ve siyasal tercihlerinin verdikleri kararlarda etkili olduğu ortaya çıkmıştı. Hele rejimle ilgili meselelerde yargıçlar hukuku çok kolay bir kenara bırakabiliyordu. Dolayısıyla yargının siyasallaşması ve verdiği kararların iktidar sahiplerinin özel tercihlerine uygun olması bugünün meselesi değil. Mezun olduğumuz İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 12 Eylül faşist darbesinin lideri Evren’e hukuk doktoru unvanını vermişti. 28 Şubat’ta yüksek yargıçlar Genelkurmay’dan brifing almaya gidiyordu. O dönemin yargısına Kemalist duyarlıklar hâkimdi ve öncelikleri rejimi korumaktı.
Rejim değişti ve AKP devlete hâkim oldu. Tüm kuvvetler tek elde toplandı. Rejim ile devlet arasındaki nüanslarda tümüyle ortadan kalktı. Kemalist duyarlıkların hâkim olduğu yargı pratiğinde rejim bile bütünüyle devletle özdeş değildi. Devleti ayakta tutan asıl şeyin hukuk olduğuna dair zayıfta olsa bir inanç vardı. Bu inanç ve birikim sayesinde 12 Eylül faşizmi koşullarında bile hukukçu hassasiyeti olan insanları ortaya çıkardı. Ağır baskılara rağmen hukuka sadakatten ayrılmayanlar oldu. Ancak bugün artık rejim ile devlet özdeş sayıldığından ve devlet ile parti organik düzeyde bütünleştiğinden AKP’ye muhalif herkes yargı pratiği nazarında çok rahatlıkla ‘düşman’ olarak damgalanabilir. Siyaset için hasım üretmek zorunludur, ihtiyaçtır. Ancak siyasette geçerli olan kategorileri hukukun içine dâhil etmeye başladığınız anda o ülkede artık hukuk güvenliği kalmamıştır. Hukuk güvenliğinin olmadığı yerde ise artık yurttaşların en temel hakları bile rafa kaldırılmıştır. Aslında bu söylediklerimizi en iyi anlayacak olanlar siyasi iktidar sahipleridir. Çünkü onlarda Türkiye’nin siyasallaşmış yargı pratiği ile mücadele ederek iktidara geldiler. Ancak bugünkü uygulamaları ile geçmişe rahmet okutacak bir noktaya ulaştılar.
Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesini hukukla izah edebilmek, açıklayabilmek mümkün değil. İktidarın hiçbir argümanının ciddiye alınır bir yanı yok. Zaten dertleri de bu değil. Argümantasyonlarında en küçük bir hukuk nosyonuna rastlamak mümkün değil. Ellerinin altındaki propaganda makinasının tek gayesi hasım saydığını küçültmek, gözden düşürmek ve itibarsızlaştırmak. En temel hukuk ilkelerinden haberleri olmadığı gibi tek dertleri de hukuki süreçleri çarpıtmak.
İmamoğlu’nun yatay geçiş yaptığı yıllarda üniversiteler arasında bir denklik zorunluluğu yoktu. Ki İmamoğlu’nun durumunda denklikten söz bile edilemez. Çünkü denklik, ancak diplomalar söz konusu edildiğinde aranır. Denklik demek bir üniversitenin verdiği diplomanın bir başka üniversite tarafından denk, eş değer sayılması demektir. İmamoğlu zaten İstanbul Üniversitesi mezunudur ve diplomasını Girne’den almadığından denklik tartışma dışıdır. İmamoğlu yatay geçiş yapmak suretiyle bir üniversiteden başka bir üniversiteye geçmiştir. Yatay geçiş şartları artan talepler nedeniyle giderek zorlaştırıldı. İmamoğlu’nun yatay geçiş hakkını kullandığı 1990 yılında aranan şartlar iki sömestr yılı okula devam etmek ve not ortalamasının %60’dan yüksek olmasıydı. Eğer bu iki şartı yerine getirmiş iseniz kontenjan açan fakülteye başvuru yapıyor ve uygun görüldüğünüzde yatay geçiş ile üniversitenizi değiştirebiliyordunuz. İmamoğlu herkese açık olan bu şartları yerine getirerek üniversite değişikliğine gitmiş. Yapılan işlemin iptali ancak sahtecilik ispatlanırsa söz konusu olabilir. Eğer okula devam etmediği ve gerekli not ortalamasını tutturamadığı belgeleri ile ispatlanır ve sahtecilik yaptığı anlaşılırsa diploma iptal edilebilir. Çünkü sahtecilik hukukta kazanılmış her hakkı yoklukla malul hale getirir. Yokluk ise kazanılmış bir hakkın tüm sonuçları ile ortadan kaldırılması demektir.
Hukuki vaziyet bu kadar açık ve anlaşılır olmasına rağmen hukukun en temel ilkeleri ayaklar altına alınıyor. İmamoğlu’nun yatay geçiş hakkını kullandıktan sonra yapılan düzenlemeler geriye doğru yürütülüyor. Sonraki düzenlemelerin İmamoğlu için de uygulanması gerektiği vaz ediliyor. Çünkü amaç hukuku alet ederek siyasi rekabeti ortadan kaldırmak ve egemenler açısından bir dikensiz gül bahçesi yaratmak. Hukukun bu kadar pervasızca çiğnenmesi en sıradan insanın bile vicdanını yaralar. Adalet duygusunun bu kadar yaralanması yurttaşların onurunu zedeler. İşin trajik yanı bunu en iyi AKP’lilerin bilmesi gerekirdi. Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmemek için mecliste yapılan oylama CHP’nin başvurusu üzerine iptal edilmişti. Emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu gibi Kemalist hukukçular ne anayasada ne de meclis iç tüzüğünde yazmadığı halde cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli olan 367 şartını meclisin toplanması için bir şart haline getirmişlerdi. AKP anayasa mahkemesinin kararı üzerine erken seçim kararı almış ve oylarını %47’ye yükseltmiş ve Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi için hazırladığı anayasa değişikliklerini referanduma götürmüş ve referandumdan %67 evet oyu çıkmıştı. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi rejim değişikliği için ilk kaldıraç etkisini yaratmıştı. Çünkü parlamenter sistemde cumhurbaşkanının görevi temsili olup semboliktir. Halk tarafından seçilmeye başladığı an rejim kaosa doğru sürüklenmeye başlar ve nitekim öyle de oldu. İmamoğlu ile ilgili karar aynı süreçleri tetikler mi, bilemiyoruz. Bu CHP’nin iç dengeleri ile yüklü bir mesele. Eğer siyaseten iyi değerlendirilir ve parti silkinip kendine gelmeyi başarabilirse bir ihtimal.