Hala büyük romanlar okuyabilmek ne bulunmaz bir şans. Oysa Batı’da etkilerini 68 yenilgileri sonrasında bizde ise özellikle 90’lı yıllarda sosyalizmin çöküşü ile göstermiş olan postmodern rüzgârlara göre artık edebiyat da, roman da bitmişti. Çünkü postmodern fikirlere öncülük eden yapısalcı ve postyapısalcı düşünürlere göre bir fail, özne olarak insandan bahsedebilmek mümkün değildi. Şunu da soruyorlardı, sahiden insan hiç var olmuş muydu? O sadece bir soyutlamaydı, kurmacaydı ve kurguydu. Edebiyat da artık bütün türleri ile yerini anlatıya, metne bırakmıştı. Tür olarak romandan, öyküden bahsedilmediği gibi bunlar arasındaki ayrım da silikleşiyor ve edebi olarak nitelendireceğimiz her şeye artık “ anlatı ” diyorduk.
Burjuvazinin doğuşu ile tarih sahnesine çıkan romanın sonuna gelmiştik. Çünkü birey, kişi olarak isimlendirdiğimiz ve yapabilme, edebilme yetenekleri ile tarihin akışına etkide bulunabilme vasıflarını yükleyip “özne” kabul ettiğimiz varlık son tahlil de burjuvazinin eseriydi. Burjuva öznesinin yükselişi ve onun hayatının bir hikâyeye, anlatıya dönüşebilme potansiyeli bir edebi tür olarak romanı yaratmıştı. İlk roman kabul edebileceğimiz Cervantes’in “ Don Kişot’u” türün bütün özelliklerini yansıtır. Çok şövalye hikâyeleri okumaktan dolayı gerçeklikle bağları kopan kahramanımız kendine mahsus bir dünya yaratır ve bu yarattığı evrenin değerleriyle reel olan asla bağdaşmaz. Burada birey, tarihsel zaman, kurmaca kısaca bir romanı oluşturan tüm yapılar vardır.
Bir edebi tür olarak roman en görkemli zamanlarını 19.yüzyılda yaşadı. Macar Marksist Lucaks’ın gerçekçi roman dediği bizzat kendisinin de hayran kaldığı romanlar bu yüzyılda yazıldı. Unutulmaz kahramanlar, tipler üretildi, o kadar gerçektiler ki sanki canlı varlıklarmış gibi aramızda dolaştıklarını hissedebiliyorduk. Ama burjuvazinin kendi aydınlanmasından ürkmesi, yarattığı kahramanların sınırlarını çizdiği ufku aşması, öznenin sadece bencil, çıkarcı ve faydacı yönlerini vurgulaması, romanda da modernist dediğimiz bütünlüğünü kaybetmiş, dağılmış, bilincin sıçramalarına kendini bırakmış farklı teknikleri ortaya çıkardı. Ama asıl kırılma postmodernizm ile gelmişti. W. Benjamin’in çok önce tespit ettiği “ hikâye anlatıcısının ölümü” nden bahsediyoruz. Yaşamın bütünlüğünü kaybetmesi, tüm insan ilişkilerinin bireye metalar arası ilişkiler gibi gözükmesi, ironinin, alegorinin yerini pastişe ve parıltıya bırakması.
Otuz yaşına kadar çok yoğun olarak şiirle, romanla ilgilendim. İlgilendim derken okuduklarım Lucaks’ın yukarıda bahsettiğim gerçekçi edebiyat içine dâhil ettikleriydi. O Kafka’yı sevmiyordu, ama bu Praglı hukuk mezunu, gençliğinde anarşizme ilgi duymuş orta Avrupa Musevi’sinin tüm yapıtlarını okumuştum. Joyce, Proust, Wolfe gibi modernist tekniğin öncülerini okuduğumu söyleyemem. Ben de yıllar içinde romana olan inancımı kaybettim, çağdaşları hiç takip etmez olmuştum. Roman okumak ihtiyacı hissettiğim de ise okuduklarım ya geçmişte okumayı ihmal edip eksik bıraktıklarımdı ya da daha önce okuyup şimdi tekrar okumak istediklerimdi. Bu okumalardan da büyük keyif aldığımı söylemeliyim. Dostoyevski’nin “ Budala” sı ile “ Ecinniler’’ i insana hala farklı dünyalar sunuyor. Çağdaş denilebileceklerden ise J.M. Coetzee en etkilendiğim romancı oldu. Onun “ Barbarları Beklerken” , “ Utanç” ve özellikle otobiyografik özellikler de taşıyan “ Taşra Hayatından Manzaralar” isimli kitapları birinci sınıf romanlardır kanaatimce.
Michel Foucault okuyup Nietzsche’ye onu da okuyup antik Yunan’a merak salmamak, şiddetle eleştirdiği Hıristiyan ahlakını öğrenmemek mümkün değildir. Tanpınar ustası Yahya Kemal’in on iki yıl Batı da kalıp onu öğrendikten sonra ancak Şark’ı anladığını söyler. Batı kültürü ise antik Yunan ve Judeo/Hristiyan mirasına dayanır. Dolayısıyla Batı’nın künhüne varabilmek için bu kültür kıtalarını bilmeniz gerekir. Bu fikri maceranın bir yerinde işte Jose Saramago’nun “İsa’ya Göre İncil” i karşılaştım.
Saramago 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş Portekizli bir yazar. Bu kitabı yazdığı için kilise tarafından tabir yerinde ise aforoz edilmiş ve ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış. Yani Batı’nın o demokratik, laik, sınırsız düşünce ve ifade özgürlüğünün olduğu iddia edilen ülkelerinde dahi yaratma özgürlüğünün önünde hala ciddi engeller var. Saramago İncil’deki orijinal İsa anlatısına sadık kalmakla birlikte İsa’yı mitlerden arındırıp insanlar arasına yerleştiriyor. Marangoz Yusuf ile Meryem’den olma Nasıralı’yı heyecan verici bir üslupla anlatıyor. Roman’da İncil’in mistik, şairane dili ile Saramago’nun büyüleyici anlatımı içiçe geçiyor. Saramago İncil’i bir yerde tekrar yazıyor. Hıristiyanlığın iki bin yıllık tarihinin mezhep savaşları, kitle katliamları, haçlı seferleri, engizisyonlar üzerinden aynı zamanda şiddetin, zulmün de tarihi olduğunu söylüyor. Kendi hayatında asla güç ve kudrete sahip olamayan İsa’nın ölümünün yarattığı mitos ile nasıl bir iktidara sahip olduğunu dramatik bir tarzda aktarıyor.
Saramago komünist bir yazar ve yaklaşık elli yıl Portekiz Komünist Partisi’nin kayıtlı bir üyesi olarak inançlı bir komünist olarak yaşamış. Anlattığı İsa yoksul, çobanlık yapan, balıkçılarla düşüp kalkan ve Medceli Meryem olarak bilinen bir fahişeye sırılsıklam âşık olan birisi. Beytüllahim’deki yirmi beş çocuğun sırf kendisi kurtulsun diye öldüğüne inanıp derin ahlaki ve mistik arayışlara girmiş daha çocukluğunda edindiği derin Tevrat bilgisi ile seçilmiş halkının yasasındaki çelişkilerin farkına varmış. Romanla ilgili bu kadarı yeter.
Saramago okumak edebiyata ve romana olan inancımı birkez daha tazelemiş oldu.