Berat'la bir ahbabımın düğünü nedeniyle gittiğim Kemerhisar'da tanıştım. Önce cana yakınlığımı tedirginlikle karşıladı. Israrcı olunca üzerindeki tedirginlik kaybolmaya başladı. Kaçak yollarla girdiği bir ülkede, tanımadığı biri tarafından gösterilen ilgi onu hem şaşırtmış hem de huzursuz etmişti. Nereli olduğunu sorduğumda Herat'tan olduğunu söyledi. Onun gibi milyonlarca kişi sırf varlıklarıyla, kol güçlerinden başka hayata tutunmalarını sağlayacak başka herhangi bir şeyi olmayan milyonlarca emekçi için bir nefret nesnesi haline gelmiş durumda. Çukurova'da toprak çok pahalandığı, verimli araziler narenciye ekimine kaydığı için, Kemerhisar ve çevresi sebze tarımının merkezi haline gelmiş vaziyette. Domates, patates ve pancar ekiminin yoğun olduğu bu bölgeye binlerce Suriyeli, Afgan doluşmuş bulunuyor. Çok ağır koşullarda çadırlarda yaşıyorlar. Kaçak ve güvencesiz çalışmanın beraberinde getirdiği dezavantajlar nedeniyle sermayeye ekstra avantajlar getiriyorlar. Emek piyasasının mahkumları, aralarındaki rekabet nedeniyle birbirine husumet beslerken, bundan en iyi yararlananlar irili ufaklı patronlar sınıfı oluyor. Kaçak işçi daha itaatkar olduğundan dayatılan ağır çalışma koşullarına fazla itiraz edemiyor.
Siyaset sayıları milyonları bulan Türkiye'deki kaçak işçiler için gerçekçi çözüm önerileri üretemiyor. Tek başına üretebilmesi de mümkün değil. Çünkü kaçak işçilik küresel emek piyasasının bir parçası. Ulus devletler nasıl bir zamanlar kendi işçi sınıflarını disiplin altına almak için yedek işçi ordusu üretiyor idiyse emeğin küreselleştiği bir dünyada artık kaçak işçiliğe mecbur. Bu sayede işçi sınıflarını daha kolay terbiye ettikleri gibi kriz karşısında emeğin maliyetini aşağılara çekerek bir savunma hattı oluşturuyorlar. Toplumdaki ön yargılar nedeniyle adil ve uygulanabilir çözümler için gerekli politikalar geliştirilemiyor. Muhalefet ön yargılarını ortadan kaldırmak, esaslı çözümler ileri sürmek yerine ırkçı, faşist dalgaya teslim oluyor. Genel olarak sermayenin ucuz, itaatkar emek ihtiyacını karşılamak konusunda muazzam imkanlar sunan kaçak işçilik ırkçı nefretin boy hedefi olsa da bundan en fazla memnuniyeti patronlar duyuyor. İktidar kanadındaki siyasetçiler bunu iyi bildiklerinden 'ensar' edebiyatına sığınarak durumu normalleştirmeye çalışıyor. Düzensiz göç bugün Türkiye'nin kaldıramayacağı düzeye ulaşmış durumda ve bunun kısa vadede çözümü mümkün görünmüyor.
Peki bu insanlar zannedildiği gibi buraya keyiflerinden mi geliyorlar? Binlerce kilometre yolu aşmayı bile isteye mi tercih ediyorlar? Bu insanları nefret nesnesi haline getirmek, işsizliğin ve yoksuluğun gerekçesi kılmak kimlerin işine yarıyor? Ezilenlerin kendilerinden daha ağır koşullarda, itiraz etme imkanından yoksun biçimde yaşayan bu sınıf kardeşlerini, ırkçı ön yargılarla düşmanlaştırması kimin işine geliyor? Bu sorular arttırılabilir. Ancak onlardan kurtulmak benzer koşullarda yaşayan emekçilerin de hiçbir sorununu çözmeyecek. Onlar gittiğinde güvenceli bir istihdama kavuşmayacakları gibi maaş ve yevmiyeleri de yükselmeyecek. Sermaye onların önüne hayali düşmanlar dikmeye devam ettiği müddetçe ön yargılarına teslim olacaklar. Sermaye emeği ucuza mal ederek kar oranını yükseltecek siyaset oy devşirecek. Eğer sermaye dünyası Beratların yaşadığı yerlere göz dikmeseydi, bu insanlar ülkelerinden binlerce kilometre uzağa savrulmayacak, doğal dünyalarından uzaklaşmayacaklardı. Çünkü onların ülkesi emperyalizm aşamasındaki sermayenin aç gözlü politikaları sonucunda bugünkü hale geldi. Berat'ın doğduğu ve şimdi binlerce kilometre uzağında olduğu şehri bir zamanlar herkesin hayallerini süslüyordu. Eski bir İran atasözü 'dünya bir ummandır, o ummanın içinde bir inci tanesi vardır, o inci tanesi de Herat'tır' diyor; büyük İranlı şair Ali Şir Nevai ise 'Herat'ta ayağınızı uzatsanız, muhakkak bir şaire değer' demişti. Berat'ın doğduğu Herat bir zamanlar işte böyle bir yerdi.
Herat; Merv, Belh ve Nişabur ile birlikte tarihsel Horasan'ın dört büyük kentinden biriydi. Horasan'a o vakitler 'Doğan Güneş Ülkesi' dendiği de oluyordu. Bugün sadece İran'ın kuzeydoğu bölgesini içine alan Horasan o tarihlerde daha geniş bir alanı kaplıyor; doğuda Çin, güneyde Hindistan'a kadar uzanan bölgeye bu isim veriliyordu. Herat tarihsel ipek yolunun güneyinde yer alan ve geçmişi çok eskilere giden bir kültür şehriydi. Ünlü tarihçi ve coğrafyacı Kazvini'ye göre 'çarşılarında on iki bin dükkan, altı bin hamam, 659 medrese bulunuyordu. Nüfusu 444 bindi.' Aynı tarihlerde bir Azerbaycan kenti olan Tebriz'in nüfusu 1.5 milyona yaklaşıyordu. Avrupa'nın en kalabalık kenti Paris'in nüfusu 80 bindi. Londra ile İtalya'nın önemli şehirleri Floransa, Milano ve Venedik'in nüfusu 40 ile 50 bin arasında değişiyordu. Çarşı ve pazarlarında çok değerli ürünler toplanıyor, uzak diyarlardan gelen tüccarların akınına uğruyordu. Merv ve Belh Moğol istilaları ile harabeye dönüp yerle bir olurken Herat'ın yıldızı yükseliyordu. Kuşkusuz bunda kentin savaş olmadan Emir Timur'un ordularına teslim olmasının etkisi vardı. Herat'ın Moğollar tarafından ilk fethi Cengiz'in oğlu Hülagü zamanında olmuştu. Hülagü Berat'ı fethettikten sonra Bağdat üzerine yürümüş, 1258 yılında Abbasi halifeliğine son vererek Bağdat'ı teslim almıştı.
Bozkır'da şehirlerin yükseliş ve düşüşleri ya savaşlara ya da ticaret yolları üzerinde bulunmalarına bağlıydı. Savaşlar nedeniyle birer uygarlık merkezi olan şehirler yerle bir oluyordu. Fatihler şehrin yeniden gelişimini engellemek için taş üstünde taş bırakmıyordu. Bozkırın ortasında birer vaha olan şehirler etraflarını çeviren sulama sistemi yıkıldığında viraneye dönüyordu. Cengiz ve Timur'un orduları, düşmanlarının bir daha belini doğrultmasını önlemek için şehirde hiçbir şey bırakmıyordu. Timur Sultaniye'yi başkent yapmış ve baştan aşağı imar ve ihya etmişti, fakat daha onun ölümü gerçekleşmeden şehir bir viraneye dönmüştü. Çünkü göçebe veya step imparatorlukları için sabit bir ikametgah yoktu. Ordular kışın dinlenir, baharın gelmesiyle birlikte savaşa çıkardı. İmparatorluğun devamı için savaş mecburiydi. Bu nedenlerle kentler hızla yükseldiği gibi hızla da kaybolurdu. Ama Herat böyle bir şehir değildi.
Herat bir kültür şehriydi. Medreseleri, camileri ve mescitleri ile ünlüydü. Timur burayı savaşsız bir biçimde fethettiğinde şairlerinin, zanaatçılarının, alimlerinin önemli bir kısmını Semerkant'a götürmüştü. Timur'un oğlu Şahruh'un eşi Sultan Gevherşah gören herkesi hayran bırakan ve bir mescit ile mozoleden oluşan Musallayı bu dönemde yaptırmıştı. Ünlü seyyah Robert Byron bu yapı için 'insanoğlunun Tanrı'sını ve kendisini yüceltmek için bugüne kadar vücuda getirmiş olduğu en renkli ve en müthiş mimari örneği' diyecekti. Timur sadece acımasızlığı, gaddarlığı ile tanınan bir emir değildi, müthiş bir askeri zekaya sahip olmakla birlikte alimlere, şairlere, sanatçılara düşkünlüğü ile tanınıyordu. Etrafında daima bu tip insanları bulundurur ve onlarla sohbetten zevk alırdı. İbni Haldun ile Suriye'de karşılaştıklarında büyük alim onun bu yönlerini fark etmiş ve genel olarak tarihi, ama özelde hanedanlıkların yükseliş ve düşüşleri ile savaşları çok iyi bildiğini söylemişti. Timur dönemi, Çin peyzajına öykünmenin sonucu ortaya çıkan minyatür sanatının ve mimarinin zirve yaptığı bir dönemdi.
14.yüzyılda yaşamış ve ömrünün yarısından fazlasını seyahatle geçirmiş, bugün Doğu medeniyetinin o dönemdeki halini bir bütün halinde anlamak için elimizdeki en önemli kaynağı geride bırakmış İbni Batuta, Hinte doğru giderken Herat'a da uğramıştı. Büyük seyyah 'Herat Horasan'daki mamur şehirlerin en büyüğüdür, (...) muazzam bir şehirdir, (...) burası karmaşa ve kötülükten arınmış temiz bir yerdir' diyordu. Şehir mamurluğunu Emir Timur ve ordularına savaşmadan boyun eğmesine borçluydu. Eğer Sultan Giyaseddin savaşmayı tercih etmiş olsaydı şehir yerle bir edilecekti. Çünkü Cengiz'in uygulamalarının bir sonucu ortaya çıkan bozkır yasaları direnenleri acımasızca yok etmeyi emrediyordu. Cengiz yasaları korkuyu bir yönetme, boyun eğdirme ve teslim alma stratejisine dönüştürmüştü. Şehirler sırf bu korku yüzünden savaşmadan teslim oluyordu.
Ama Doğu'nun şanssızlığı belki Herat için çok daha geçerliydi. Şehir hep büyük güçlerin ayakları altında kalmıştı. Önce Cengiz ve sülalesinin sonra Timur'un hükümranlığı hüküm sürdü. İran ülkesinin güçlenmesi ile onun boyunduruğuna girdi. Çarlık bir step imparatorluğu haline geldiğinde aşağıda Hint'e egemen İngilizlerle karşılaşma yeri yine bu topraklardı. Kent özgün gelişme dinamiklerini kaybetmiş büyük güçlerin av sahası haline gelmişti. Özgün bir modernite deneyimine sahip olamadı. Önemli bir uygarlık merkezi olmuş kent, Batı taklitçisi emirlerin elinde öykünmeci bir deneyime maruz kaldı. İranlı düşünür Hamit Dabaşi zengin bir geçmişe sahip Doğu uygarlıklarının yaşadığı bu deneyime 'sömürgeci modernlik' demişti. Ne geçmişle bağ kurulabilmiş ne de Batı modernliğinin dinamikleri anlaşılmıştı. Bu deneyim aynı zamanda bir sömürgeleşme süreci olarak yaşanıldı. Modernlikle barışık güçler geçmişlerinden utanıyor, emperyal politikaların birer taklitçisi gibi davranıyordu. İran'ın mollalara, Afganistan'ın Taliban'a teslim olmasının gerisinde böylesi trajik süreçler yatıyordu. Sovyet peyki olmuş Orta Asya despotlukları ise geçmişlerinde birer aparatçiktiler. Bu zulmün altında Beratlar, küresel emek piyasasının insafına terk edildikleri kaderlerinin elinde bir o yana bir bu yana savrulup duruyordu.