Heidegger savaş bittikten sonra Nazi geçmişi hakkında konuşmamayı tercih etti. Konuştuğunda ise ciddi bir özeleştiri vermekten kaçındı. En fazla yanıldığını, aldandığını ve zaten işbirliğinin de çok kısa sürdüğünü ifade etti. Heidegger rektörlük görevine kendisi talip olmamıştı. Bir önceki rektörün tavsiyesi üzerine bu göreve getirilmişti. Yahudi hocaların üniversiteden uzaklaştırılmasına elinden geldiğince engel olmaya çalışmış, ancak sonuç alamamıştı. Çok kısa sürede Nazilerle anlaşamayacağı belli olduğundan hem rektörlük görevinden ayrılmış hem de Nazi Partisi üyeliğini sonlandırmıştı. Savaş bitinceye kadar da işbirliğine yanaşmamış, inzivaya çekilmişti.
Savaş bittiğinde Nazi dönemi soruşturmalarından Heidegger'de nasibini aldı. Üniversiteden uzaklaştırıldı ve kamuoyu önüne çıkması engellendi. En yakın arkadaşı Karl Jaspers soruşturma komisyonuna sunduğu raporunda Heidegger'in işbirliği yaptığını kabulleniyor ve bir süreliğine üniversiteden uzaklaştırılmasının uygun olacağını beyan ediyordu. Jaspers'in eşi Museviydi ve bu dönem büyük sıkıntı yaşamışlardı. Heidegger en yakın arkadaşına gereken ilgiyi göstermemişti. Jaspers'de pek çokları gibi Heidegger'in felsefesinden ve düşünme biçiminden büyülenmişti. Taşralı ve köylü kılıklı arkadaşına derin bir hayranlık duymuştu. Savaştan sonra da hayranlığından vazgeçmedi. Bir süre sonra üniversite yönetimine başvurarak yasağın kaldırılması için ricacı oldu. Heidegger savaşın travmatik etkisi azalmaya başladıktan sonra hocalığa geri döndü.
Nazilerle yakınlığı konusunda ciddi kuşkular olmasına karşılık Heidegger bir filozof olarak cazibesinden pek bir şey kaybetmemişti. Varlık ve Zaman ile kazanmış olduğu şöhret ona bir dokunulmazlık zırhı kazandırmıştı. Bu tavırda filozofların yanlışlar yapabileceği ve bunun kısmen hoş görülmesi gerektiği yönündeki kanaatinde büyük etkisi vardı. Felsefe ile politika arasındaki bağların kopartılmış olması da belirleyiciydi. Felsefe ya bilginin temellerine ilişkin genel bir düşünme biçimiydi ya da hayat hakkında iç görülerde bulunmanın etkili yollarından sayılıyordu. Felsefe ile politika arasındaki bağlar neredeyse kopmuştu. Bunda felsefenin her zaman özel bir jargon sayılmasının etkileri olduğu gibi bizzat filozofların eleştirinin, ancak felsefenin özel protokollerine uygun yapılması halinde makul karşılanacağına dair kabulleri de etkiliydi. 19.yüzyıl sonunda felsefi söylem akademiye çekilmişti.
Akademi dışında felsefe yapan son düşünür Nietzsche idi. Nietsche'nin filozof olup olmadığı tartışmalıydı. Gezgin filozof hiçbir kitabını akademik ölçülere göre hazırlamamıştı. Sistematiklikten zaten nefret ediyor ve kasıtlı olarak uzak duruyordu. Akademiye açık bir düşmanlık besliyordu. Denemeye, şiire ve aforizmaya yatkın bir yazım tarzı vardı. Esinini Alplerin yüksek doruklarında ve Akdeniz'in güneşli havasında buluyordu. Her şeyi felsefesinin konusu haline getirmişti.
Heidegger ile Nietzsche arasında koca bir boşluk bulunuyor. Nietzsche son eserini 1888 yılında çıldırmadan kısa süre önce vermişti. Geri kalan ömrünü kız kardeşinin ve annesinin yanında bakıma muhtaç biçimde geçirdi. Heidegger, Nietzsche'nin çıldırdığı yıl olan 1889'da dünyaya geldi. Yüksek sınıflara mensup bir ailenin çocuğu değildi. Babası bir fıçı imalatçısı ve kiliseye bağlılığıyla tanInmıştı. Düzenli kiliseye gidiyor ve İncil okumalarına katılıyordu. Heidegger'de öncelikle rahip olarak yetiştirilmek istendi ve en sonunda felsefe okumaya karar verdi. Felsefe okumadan önce yoğun bir teoloji eğitiminden geçti. Teoloji birikimi felsefe yaparken oldukça işine yaradı. Çünkü felsefe ile teoloji arasındaki bağ pozitivizmin artan etkisi nedeniyle oldukça kopmuştu. Bu sırada Alman felsefe dünyasına yeni- kantçılık denilen eğilim hakimdi. Yeni-Kantçılar bilimlerin artan gücü nedeniyle Kant'ı pozitivizmin etkilerine açık bir düşünür haline getirmişti. Felsefeye düşen görev bilimlere sağlam bir temel edindirmekti. Doğa ve İnsan Bilimleri'nin yükselişi nedeniyle felsefenin alanı daralmış ve bilimler üzerine düşünmeye kadar geri çekilmişti. Değişik Kant okulları farklılıklarına rağmen yeni geçekliğe uyum sağlamışlardı.
Felsefeyi kesin bir bilim olarak temellendirmek isteyen Husserl Heidegger'in ilk hocasıydı. Husserl'da Musevi kökenliydi ve Naziler iktidara geldiğinde eşi arşivini İsviçre'ye kaçırmak için büyük fedakarlıklara katlanmıştı. Heidegger Naziler iktidara geldikten sonra hocası Husserl'a da vefasız davranmıştı. Varlık ve Zaman'ın 1927 tarihli ilk baskısını hocasına ithaf etmişti, ancak sonraki baskılarda bu ithafı kaldıracaktı. Husserl felsefede fenomenoloji denilen yöntemin kurucusu olarak bilinir. Fenomenolojinin asıl ilgisi yaşam deneyimleri üzerine yeniden düşünmekti. Paranteze almak denilen yöntem ile deneyim her şeyden yalıtılır ve üzerine tefekkür edilirdi. Husserl bir yandan felsefeyi kesin bir bilim statüsüne çıkarmak istiyor diğer yandan da yeni bir yöntem öneriyordu. Bu yöntem Alman felsefe dünyasına yeni bir soluk getirecekti. Deneyim üzerine tefekkür salt aklın bir işi değildi. Etkisini arttıran Bergsonculuk ile sezgi de deneyimin kavranılmasının önemli araçlarından biriydi. Heidegger felsefe dünyasına adımını attığında karşısında böyle bir manzara vardı. Bir yanda Kantçılığın metafizik ve eleştirel yönünü geri plana atmış ve onu sınırlı bir alanda yeniden üretmeye soyunmuş Yeni-Kantçılığın değişik ekolleri diğer yanda Husserl'ın fenomenolojisi.
Heidegger doktorası sırasında Kant üzerine çalıştı. Husserl'ın etkisiyle Yeni-Kantçılığa uzak durdu. Kant metafiziğinin işine yarayacak kısımlarını aldı. Kantçı metafiziği yaygın eğilime uyarak ihmal etmedi. Husserl'ın fenomenolojisinden de yararlanmasını bildi. Heidegger daha Varlık ve Zaman ile şöhret kazanmadan evvel Arendt'in de dediği gibi üniversiter camiada tanınan, dersleri ilgiyle takip edilen biriydi. Heidegger çok soyut şeylerle uğraşmıyor tam da döneminin gençlerinin ilgi duyduğu meseleler üzerine bir felsefi söylem inşa ediyordu. Arendt felsefedeki krallığını daha o günden kurmaya başladığını söyler. Arendt'de onun hayranlarından biriydi ve bu hayranlık hocası ile aralarında tutkulu bir beraberliğe dönüşecekti. Messkirc'li bu adam tuhaf huylara da sahipti. Bir defa kent soylu değildi. Felsefe yapmak o dönemde ya rantiye aristokrat sınıfa mensup olanların ya da kent soylu burjuvaların işiydi. Çünkü Alman üniversitelerinde kürsü sahibi olabilmek ve verilen maaşla geçinebilmek çok zordu. Weber, Lukacs ve Simmel gibi düşünürler ancak ailelerinin desteği ile çalışmalarını sürdürebilmişti. Heidegger bu tür destekten yoksundu.
Köylü pantolonu ile toplantılara katılıyor ve zamanın büyük bölümünü projesini bizzat kendisinin çizdiği kara ormanlardaki kulübesinde geçiriyordu. Üniversitede hayranları olmasına rağmen köylü ahbapları ile sohbetten ayrı bir zevk alıyordu. Heidegger için taşra çok tanıdıktı. Deneyimleri dışarıdan değil içeriden edinilmişti. Uzun süren yalnızlıklar, orman yürüyüşleri, patikalar, yollar taşra deneyimi olarak Heidegger söylemine yerleşecekti. Alman romantik geleneği ile de bir süreklilik ilişkisi vardı. Romantizm sanayi kapitalizmine, yaşamın giderek mekanikleşmesine bir tepki olarak doğmuştu. Kalabalıklar karşısında yalnız birey imgesini yüceltiyor ve içgörüye önem veriyordu. Gerici romantizm ise hem kapitalizme hem de onun bir varyantı olarak düşündüğü sosyalizme düşmandı. Her ikisini de endüstrileşmenin, sanayi uygarlığının sorumlusu görüyordu. Bu saydığımız şeylerin tamamının Heidegger düşüncesinde bir karşılığı vardı.