1-Aynı gün içinde direniş cephesi iki önemli ismini kaybetti. Önce, İsrail Lübnan sınırında, İsrail’in işgali altında olan Dürzilerin yaşadığı bir yerleşimde güdümlü füze ile bir futbol sahası vuruldu; 12 çocuğun öldüğü açıklandı. Lübnan’ın güneyi İsrail’in kuzeyi Lübnan Hizbullah’ının kontrolü altında bulunduğundan akla gelen ilk şey saldırının Hizbullah tarafından gerçekleştirildiği yönündeydi. Ancak, Gazze olaylarının başladığı günden bu yana Hizbullah bütün kışkırtmalara rağmen İsrail’i hedef almıyordu. İsrail’in Hizbullah’ı kışkırtma girişimleri, arkasındaki asıl güç İran’ın ‘stratejik sabrı’ nedeniyle sonuç vermiyordu. İran, İsrail’in asıl hedefinin kendisi olduğunu bildiğinden, vekâleti altındaki güçlere ihtiyatlı olmalarını tavsiye ediyordu. İran’ın Şam’daki büyükelçiliği İsrail tarafından bombalanmış, beşi general toplam yedi kişi öldürülmüştü. Öldürülenler İran’ın Ortadoğu’daki milis gücünü oluşturan Kudüs Tugaylarının komutanlarıydı. İran saldırıya düşük dozda bir yanıt vermekle yetindi. Önceden ABD ve Suudi Arabistan’ı bu konuda bilgilendirdi. İsrail’e gönderilen füzelerin büyük bölümü havada iken imha edildi. Karşılığın, İsrail’e yakın ülkelere önceden haber verilmesi, İran’ın tansiyonu yükseltmek istemediğini gösteriyordu.
2-İran’ın stratejik aklı, İsrail’e direniş cephesi içinden verilecek karşılığın Yemen’deki Husiler tarafından verilmesini uygun görüyordu. Husiler de Şii inancına mensuptular. Suudilerin arka bahçeleri olmasını istedikleri Yemen’de önemli bir güçtüler. Arap Baharı sırasında ayaklanmışlar ve yönetimi devirmişlerdi. Suudiler, yönetimin Husilere geçmesini engellemek için ülkeyi bombalamışlardı. Yemen’in İsrail’e uzaklığı bir kara savaşını önlediği için İran, Lübnan Hizbullah’ı yerine Husileri devreye koyuyor ve onlarda füzelerle İsrail’e saldırılar düzenliyordu. En son ABD ve İngiltere Sana’yı bombalayarak, İsrail’in ardındaki asıl kuvvetin kendileri olduğunu dünyaya bir kez daha göstermişdi.
3-Olayların mekaniği şu izlenimi veriyordu: İsrail asıl düşmanı gördüğü İran’a karşı bir savaş çıkarmak için her türlü kışkırtmayı deniyor, İran ise stratejik sabrı ile kışkırtmaları boşa çıkarmaya çalışıyordu. Lübnan Hizbullah’ının savaşa girmesi bölgesel bir savaşı tetikleyeceğinden buna izin verilmiyordu. Direniş cephesinin İsrail saldırıları karşısındaki de-moralizasyonunu önleyebilmek için de Husiler devreye giriyordu. Kendisi bir saldırıda bulunacağı zaman bunun ölçülü olmasına dikkat ediyor İsrail’in hamisi ABD’ye önceden bilgi veriyordu. Bölgesel ölçekte taraflar arasında böylesi bir durum oluşmuştu.
4-Hedefleri en berrak, en net ülke İsrail’di. İsrail elinin altındaki savaş aygıtına güveniyor, bir bölgesel savaş da hem İran’ı hem de vekil güçlerini yani direniş cephesini imha edebileceğini düşünüyordu. İran’ın nükleer silah üretecek tesislerini vurmak en öncelikli hedefiydi. Bu alanda çalışan kişileri tek tek izlemiş, imha etmişti. İran’ın elindeki nükleer silahları yok etmek veya buna ulaşabileceği kaynaklardan yoksun bırakmak İsrail için ‘stratejik güvenlik’ sorunuydu. Aynı anda gözüne kestirdiği hedeflerden biri de Lübnan Hizbullah’ıydı. Lübnan Hizbullah’ı İsrail’in 1982 yılındaki Lübnan savaşının içinden doğmuştu. Bu tarihten sonra Hizbullah sosyal hayatı örgütlemiş, yoksul Şiilerin güvenini kazanmış bir süre sonra da Lübnan siyasetinin en önemli unsurlarından birine dönüşmüştü. 2006 yılında İsrail açtığı savaş da askeri olarak kolay lokma olmadığını göstermiş, rüştünü ispatlamış ve İsrail ordusuna unutamayacağı bir ders vermişti. Bu savaş da İsrail Hizbullah karşısında büyük bir yenilgi aldı. Savaş İsrail’in Lübnan siyaseti üzerindeki etkisini azalttı. Lübnan Şiileri İsrail’in Suriye’den işgal ettiği Golan tepeleri birbirine komşu olduğundan taraflar arasında sık sık problemler yaşanıyor, tansiyon sürekli yükseliyordu.
5-İsrail 'devlet aklı' aynı anda iki savaşı birlikte yürütecek bir kabiliyete sahip olduğuna inanıyordu. 1967 Altı Gün savaşları sırasında Mısır ve Suriye’ye karşı bunu yapmışlar, zafer kazanmışlardı. 1956 yılındaki Süveyş Kanalı hadiseleri sırasında da çok hızlı bir biçimde Sina Çölü ile kanalı işgal etmişlerdi. Üstelik bu operasyon sırasında tüm Araplar bir birleşik cephe oluşturarak karşılarına dikilmişti. İşgali, ABD ve Fransa’nın telkinleri sonucunda bırakmışlardı. Altı Gün savaşlarında ise birleşik devlet haline gelmiş olan Mısır ve Suriye’yi yenmiş, Filistinlilerin büyük bölümü ülkelerini terk etmek zorunda kalmıştı. Fırsattan istifade ederek doğu Kudüs’ü de işgal etmişti. İsrail tarihte yapmış olduğunu bir kez daha yapabilecek kudrete sahip olduğunu inanıyordu. Gazze’deki soykırımı tamamlayarak Hamas’tan kurtulmak da tüm bunların bonusu olacaktı.
6-İsrail’deki gelmiş geçmiş tüm Siyonist iktidarların hayali buydu. Bu hayalin gerçekleşmesi Siyonist ütopyanın gerçekleşmesi bahsinde ileri doğru atılmış muazzam bir adım olacaktı. Sürekli paranoya ile yaşayan sıradan İsraillinin güvenlik endişeleri böylece yatışacaktı. Netanyahu işte bu sebeplerle Hamas saldırısını altın bir fırsata çevirmek istiyordu. Tüm bunların olabilmesi için başta ABD olmak üzere Batı’nın olup bitenlere onay ve destek vermesi gerekiyordu. ABD Ukrayna’yı savaşın içine doğru iterek NATO’yu Rusya ile komşu etmeyi, içine aldığı ülkelere nükleer silahlar yerleştirerek Rusların elini kolunu bağlamayı hesaplamıştı. Giderek özerkleşen başta Almanya gibi ülkelere ise ayar vermeyi planlıyordu. Tüm bunlar için Ukrayna’yı bir koçbaşı gibi kullandı. Bölgesel gelişmeler aynı görevin Ortadoğu için İsrail’e verildiğini gösteriyor. Bu defa kuşatılıp, etkisiz hale getirilmek istenen ülke İran.
7-ABD devlet aklı uzun süredir böyle bir strateji üzerinde çalışıyordu. Mollalara karşı halkın biriken demokratik tepkileri istismar edildi. Öğrenciler ile kadınların başını çektiği hareketler amacından saptırıldı. Suikastlar ve katliamlar ile sonuç alınmaya çalışıldı. Emperyalizmin mollalara karşı yürüttüğü mücadele en fazla zararı ülkenin gerçek devrimcilerine verdi. Mollalar tümüyle yozlaşmış, kâğıttan bir kaplana dönüşmüş, ancak baskı ve zor ile ayakta duran bir diktatörlüktü. Ülkede mollalardan kurtulmak isteyen demokratik güçler vardı. Fakat ağır baskı koşulları altında kendilerini ifade edemiyor, bir araya gelemiyorlardı. Muhalefet, rejimin bir parçası olan reformistler tarafından hedefinden uzaklaştırılıyor, düzen içine çekiliyordu. Batı’nın baskılarını ülkenin bağımsızlığına yönelik komplolar ile açıklayan anlatılar halkın önemli bir bölümünden karşılık buluyordu. Bu anlatı muhalefetin işini zorlaştırıyordu.
8-Haniye’ye yönelik suikastın İran’da gerçekleşmiş olması asıl hedefin İran olduğunu gösteriyor. İsrail elindeki istihbarı ve operasyonel imkânlarla bu saldırıyı her yerde gerçekleştirebilirdi. Haniye uzun bir süre Türkiye’de kalmıştı. Gazze olaylarının başlaması ile birlikte Türkiye onu uzaklaştırmış, Haniye Katar’a gitmişti. Hamas’ın siyasi faaliyetlerine Katar ev sahipliği yapıyordu ve bu ülke bölgedeki en büyük ABD üssüne sahipti. Dolayısıyla İsrail istediği an Haniye’ye ulaşabilir, yok edebilirdi. Ancak burada bahsettiğimiz stratejinin hayata geçirildiği anlaşılıyor. İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin kuşkulu ölümü, öncesinde Kudüs Tugayı komutanlarının Şam’daki infazı ve neredeyse Haniye ile aynı saatlerde Lübnan Hizbullah’ının bir numaralı askeri sorumlusunun Beyrut’ta öldürülmesi bir yerlerden düğmeye basıldığına işaret ediyor. Netenyahu düğmeye basmak için gerekli onayı hiç kuşkusuz ABD gezisinden almıştır. Kongre oturumunda verilen destek, Netenyahu'ya saldırılar dozunu yükseltmesi için çıkarılmış bir vizeydi. Kongreden tam destek almış, şimdiki başkan ve rakibi ile görüşmüş, başkan yardımcısı ve Demokratların başkan adayı olması beklenen Harris tarafından kabul edilmiş, hepsi timsah gözyaşları dökerken caninin de sırtını sıvazlamıştı.
9-Netenyahu Amerika gezisinden yeni katliam ve suikast planları ile döndü. Ve şimdi bölgedeki kargaşa daha da artmış, herkes ellerinin tetiğe götürmüş vaziyette. İsrail ile Hamas arasında üçüncü taraflar üzerinden yürütülen görüşmeler uzun bir süre yapılmayacak. İran ve Lübnan Hizbullah’ı aldıkları yara ile halkları ve taraftarları nezdinde büyük bir prestij kaybına uğradı. İnce ince bu de-moralizasyonu nasıl dağıtacaklarını hesap edecekler. İran, aldığı darbelerle sarsılırken zannedildiği kadar dayanıklı, engin bir devlet aklına sahip olmadığını gösterdi. İran’ın ‘devlet aklı’ mollaların diktatörlüğünü korumaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Üstelik bu akıl rakibi olan diğer bölgesel güçler kadar yayılmacı, saldırgan ve pragmatik. O nedenle bölgenin ezilen halklarının kurtuluşuna asla hizmet etmeyecek. Direniş güçleri ise bölgenin yoksullarının öfkesini manipüle ediyor, gerçek alternatiflerin ortaya çıkmasını engelliyor, yayılmacı bir gücün saldırgan niyetlerine aracılık ediyor. Bölge halklarının mücadelesi yalnızca Siyonizm’le, batı emperyalizmi ile sınırlı kalmamalı. Bölgenin başına çöreklenmiş tüm şark despotlukları da hedefe yerleştirilmeli. Gerçek bir kurtuluş ancak böyle mümkün görünüyor.