Küresel efendiler görmezden geldiği zaman sorunlar ortadan kalkmayacak. Bugün Ortadoğu'nun iki önemli problemi var. Her ikisi de emperyalizmin bölgedeki varlığının sonucu doğdu. Kadim bir halk olmalarına rağmen Kürtler 1.dünya savaşı sonrası çizilen sınırlar içerisinde kendilerine bir devlet kuramadılar. Bunun için iki yüzyıldır mücadele etmelerine rağmen hala kalıcı bir statüye sahip değiller. Geçmişte köklü uygarlıklar yaratmalarına, bölge devletleri tarafından bir türlü asimilasyona uğratılamamalarına, dillerinden ve kültürlerinden vazgeçmemiş olmalarına karşılık varlıkları güven altında değil. Türkler, Araplar ve Farısiler kadar eski bir halk olmaları sorunlarının çözümü için yeterli olmuyor. Filistinliler de bu tarihi halklardan biri. Yazının icadı ile tarihin kayıt altına alınmaya başladığı andan beri Musevilerle aynı topraklarda yaşıyorlar. Kenan ülkesi Musevilerin olduğu gibi Filistinlilerinde vatanı. Çünkü her iki halkta tarihte Sami kavminin evlatlarıydı. İbrahim'in ortak ataları olması sadece tek kitaplı dinler geleneği ile izah edilemez. Hem Arapça hem de Musevilerin orjinal dili İbranice Sami dil ailesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla İsrail ülkesinde geçmişten bu yana yalnızca Musevilerin yaşadığı ve topraklarında onlara ait olduğu idiası bir safsatadan ibarettir. Yahudiler tarih boyunca Michael Mann dediği gibi 'tahakkümcü imparatorluklar' arasında kaldıkları için çileli bir hayatları oldu.
Uygarlığa geçiş ilk Mezopotamya'da yaşanıldı. Fırat ve Dicle nehirlerinin oluşturduğu alüvyonlu topraklar neolitik dediğimiz yerleşik yaşama geçişi kolaylaştırdı. Alüvyonlu topraklar demirin icat edilmediği çağlarda sabanla tarımı olanaklı kılıyordu. Toprak nemli olduğundan üzerinden geçildiğinde ürün alınabiliyordu. İlk yerleşimler hep nehir kenarlarına kuruldu. Buğday ve arpanın tanınması, tohum elde edilmesi ve ilkel de olsa ziraatın başlaması avcı-toplayıcı toplulukları yerleşik yaşama sürükledi. Çünkü artık avcılık ve toplayıcılık yapmadan beslenebilirlerdi. Başlangıçta dağınık, küçük köylerde yaşıyorlardı. Geniş aile temel birim olmakla birlikte akrabalık sisteminin getirdiği kabile örgütlenmesine sahiptiler. Tarımsal ürünün fazlasını tohum olarak değerlendirmeyi, kuraklığı hesaplayarak stoklamayı ve tüm bunların sonucu yazıyı icat ettiler. İlk işaretleri killi tabletlere kazımaya başladılar. Yerleşik yaşam, yazının icadı ve kentleşme uygarlığı doğurdu. Bu geçişin MÖ 3.000'e gelindiğinde aşağı Mezopotamya'da tamamlandığını biliyoruz. Bu işe Sümer'ler önderlik etti.
Kuzey'de Anadolu'ya, Batı'da bugünkü Suriye, Lübnan ve İsrail'e, Güney'de Basra Körfezi ile Arabistan Yarımadasına, Güneydoğu'da Elam ülkesine kadar uzanan topraklara Mezepotamya deniliyordu. Sümerleri Akadlar; Asurlular eski, orta ve yeni aşamalardan geçtikten sonra onları Babiller takip etti. Sümeri yukarıdan gelen Akadlar yıktı ve tarihteki ilk imparatorluk biçimi ortaya çıktı. Akad kralı Sargon tarihin bilinen ilk imparatoru olarak kayıtlara geçti. Asur çok daha geniş bir coğrafyayı egemenliği altına aldığında sınırları Anadolu'nun orta kısımlarına kadar uzanıyordu. Mann'a göre Asur ilk tahakkümcü imparatorluktu. Tahakkümcülükten kasıt hükmedilen topraklar üzerinde gevşekte olsa bir iletişim altyapısının kurulmuş olmasıdır. Asur yaklaşık bin yıldan fazla ayakta kalmayı başarmıştı.
Babil ülkesi olarak bilinen Babilonya aşağı Mezepotamyanın batı tarafındaydı. Bu bölge bugün Irak'ın güneyi ve Ürdün topraklarının bir kısmını içine almaktadır. Bahsettiğimiz halkların yaşadığı topraklar, ancak nehir yatakları kenarında bir yaşama izin veriyordu. Geri kalan yerler ya bataklık ya da çölümsü topraklardan ibaretti. Kenan ülkesi dediğimiz yerde Sami halklar yaşıyordu. Bu bölgenin denize yakın olan kısımları ormanlarla kaplıydı. Gılgamış Destanı'nda Gılgamış ile dostu Enkidu'nun ağaç kesmek için gittiği topraklar buradaydı. Halkı kilden yapılı evlerde oturan Gılgamış, tapınağa gösterişli bir kapı yapabilmek için sedire ihtiyaç duymaktaydı. Sedir ağacı ise çok uzaklarda canavar Huvava'nın koruduğu ve yaşadığı ormanlık ülkedeydi. Çoban olarak yaşamakta iken bir fahişenin ayartması ile kente gelen Enkidu kötü bir karşılaşmadan sonra Gılgamış ile dost olmuştu. Birlikte orman ülkesine gittiler ve Gılgamış Huvava'yı alt etti. Uygarlığın içine kandaş özellikleri taşımış biri olarak Gılgamış bir türlü Huvava'ya kıyamamaktaydı. Barbat yanı diri Enkidu'yu kıramayarak canavarı öldürdü. İki arkadaş kestikleri sedirleri önce develere yükleyip sonra da salla ülkelerine götürdüler. Gılgamış tapınağa muhteşem bir kapı yaptı.
İşte destanda geçen sedir ormanları ile kaplı ülke Sami halkların vatanı Kenan ülkesiydi. Musevilerin varlığı tarihin bilinen en eski zamanlarına kadar geri gitmekteydi. Yahudi tarihçi Josephus'a göre ilk sürgünlerini MÖ üç binli yıllarda toprakları Mısır tarafından işgal edildiğinde yaşadılar. Yahudi halkı Kudüs, Samarra ve Gerizim Dağı'ndan Mısır ülkesine gitmek zorunda kaldı. Mısır, Asur kadar güçlü değildi. Yaşam, ancak Nil kenarlarında mümkündü. Nil'in güneyden kuzeye tüm ülkeyi kat etmesi bir iletişim altyapısına imkan veriyordu. Tahakkümcü imparatorluklar kadar geniş iktidar kaynaklarına sahip olamayan Mısır'ın Yahudileri çok uzun süre baskı altında tutabilmesi mümkün değildi. Bu sürgün ve ülkeye dönüş Yahudi inancının temellerinin atılmasını sağladı. İkinci sürgüne MÖ 6.yüzyılda Babil ülkelerini yakıp yıktığında çıktılar. Babil sürgününe gelinceye kadar Yaradılış Kitabı ortaya çıkmış ve ona ek olarak gelip geçen diğer peygamberlerin öyküleri de kitaba eklenmişti. Babil sürgünü altmış yıl sürdü. Sürgüne Persler son verdi. Pers Kralı Kiros Yahudilerin Kenan ülkesine dönmesine izin verdi. Yahudiler babil sürgünü esnasında Eski Ahit'i sistematiğe kavuşturup kitap haline getirdi.
Pers egemenliği altında en rahat dönemlerini yaşadılar. Zarahustraya inanan Persler, Yahudilerin inançlarına müdahale etmedi. Süleyman tapınağının yapımına müdahale edilmedi. Davud'un krallığı bu zamana rastlıyordu. Zarahustra veya Zerdüştlük soyut bir tanrı inancına sahip değildi. Buda'da olduğu gibi insanları kişisel bir inanışa davet eder. Önemli olan kişisel ahlak, içsel ahenk ve öte dünya inanışıdır. Her iki inanışın temelinde de soyut bir tanrıya bağlılık değil kişisel bir peygambere duyulan saygı vardır. Bu özellikler semavi dinler tarafından devralındı. İsa ise Filistin kırsalında doğmuştu ve Aramice konuşuyordu. Şehirde yaşayan Yahudiler Helenistik kültürün etkisi altında Yunanca konuşuyorlardı. İsa'nın doğduğu, dolaştığı topraklar Sami halkların ortak topraklarıydı. Arapça da Sami dil ailesinin en seçkin dilleri arasındaydı. Şu anlattığımız kısa tarih bile gösteriyor ki, ulus/devlet mantığının dışına çıktığımızda fark edeceğimiz ilk şey halkların tarihinin iç içe geçtiğidir. Kadim tarihe gidildiğinde bile halklar kaynaşmış biçimde içi içe yaşıyorlardı. Elbette baskın tonlar, renkler vardı, ama kimse bir diğerine bugün olduğu gibi nereden geldin sorusunu sormuyordu. Aynı baskıyı, zulmü yaşıyor birlikte direniyorlardı. Ulus/devlet ve onun en yetkin formu emperyalizm çiçek bahçesine çevrilecek toprakları bir kan denizi haline getirdi.