Günah çıkarma Hıristiyanlığın en önemli ritüellerinden biridir. Günaha bulaştığını veya aklından günah kabul edilebilecek şeyler geçirdiğini düşünen birisi kilise papazına giderek işlediği günahları ve aklından geçirdiklerini olduğu gibi aktarır. Tıpkı psikanalizde olduğu gibi bir aktarımdır bu. Bir günahla yaşamak, bunu bir başkasıyla paylaşamamak inanan birisi için ağır bir yüktür. Hıristiyan mitolojisinde İsa’nın insanlığın kefaretini üstlenmek için dünyaya geldiğine inanılır. İnsanların en masumu olan İsa ölümüyle tüm günahları üstlenmiştir. Çarmıha gerilen İsa geride kalanları ve gelecek olanları büyük bir veballe başbaşa bırakmıştı. En değerli olan tüm günahları üstlenerek gökyüzüne çekip gitti ise geride kalanlara düşen görev ebedi olarak günaha gark olmaktır.
Günah çıkarmanın Hıristiyan Batı toplumları için bir şans olduğu düşünülür. Çünkü günah çıkarmanın fanatizme, doğmatizme karşı bağışıklık kazandırdığına inanılır. Günah çıkarmanın yerleştiği toplumlarda eleştiri ve özeleştiri kültürünün yerşeklik kazandığı zannedilir. Doğu toplumlarının günah çıkarmadan yoksun kalışı hanelerine eksiklik olarak kaydedilir. Eğer bu toplumlarda da benzer bir gelenek oluşmuş olsaydı demokrasi açıklarının bu kadar olmayacağı ileri sürülür. Foucault’nun dediği gibi bir kendilik teknolojisi olarak ortaya çıkan günah çıkarma Hıristiyan Batı dünyasının en önemli inançsal ritüelleri arasında yer alır.
Kurumların, disiplinlerin tarihine odaklanan Michel Foucault yetmişli yılların ortasından itibaren kendilik teknolojilerine ilgi göstermeye başladı. Son büyük yapıtı olan Cinselliğin Tarihi’ne çalışırken bu alan da ilgisini çekmeye başlamıştı. O güne kadarki çalışmalarında ağırlıklı olarak modern özne üzerine çalışmıştı. Foucault’ya göre modern özne bir yapıntı, bir kurgu kısaca bir inşaydı. Ve bunda en büyük payda modern kurumlara aitti. Tımarhane, hapishane ve hastane olmasa idi modern özneden bahsedilemezdi. Neyin normal veya anormal, neyin suçlu ve dolayısıyla kapatılması gerekli olup olmadığına bu kurumların oluşturduğu ve yaygınlaştırdığı söylemlerin içinden karar veriliyordu. Bu kurumların her biri disiplin teknolojileri ile normal olup olmayana karar veriyordu. 18.yüzyılda yaşanılan episteme değişikliği ile klasik olandan modern olana geçilmişti.
18.yüzyıldaki episteme değişikliği ile bilgi rejimlerinde köklü bir kopuş gerçekleşti. Bu yüzyıla gelinceye kadar örneğin deliler toplumdan dışlanmazdı. Varlıkları olağan kabul edilir ve kutsal yakıştırmalar yapılırdı. Akıl ve akıl dışı arasındaki ayrım çok keskin değildi. Çünkü akıl kesin bir düzenleyici ilke haline gelmemişti henüz. Ancak 18.yüzyıldaki köklü kopuş ile birlikte delilik toplumun dışına itilmeye, sürülmeye başlandı. Modern tıpta geleneksel tıptan bu birikim üzerinden kopmaya başladı. Delilerin toplum içindeki varlığı artık olağan karşılanmıyordu. Akılcılık üzerine örgütlenmeye başlamış olan toplumda delilerin yeri artık tımarhanelerdi. Modern tıp ve bilim onları deli olarak kodlamaya başlamış ve toplumdan mümkün olduğunca uzak tutulmaları gerektiğini buyurmuştu.
Normallik ve anormallik arasındaki sınırın netleşmesi sadece deliler üzerinde bir söyleme imkan vermemişti. Bu söylem giderek yayıldı ve toplumsal uzamın başka birçok bölgesine de girdi. Neyin normal veya anormal olduğunu tayin konusunda bilim belirleyici olmuştu. Bilimin ürettiği bilgi teknikleri aynı zamanda disiplin edici tekniklerdi. Artık yasaklayarak, yok ederek, ortadan kaldırarak değil bilimin otoritesi devreye sokularak toplumsal disiplin sağlanıyordu. Bilim kısmi bir özgürleşmeyi beraberinde getirmişti, ancak şimdi kazandığı otorite daha sağlam, daha yansız kabul ediliyordu.
Hapishaneler üzerine de çalışan Foucault aynı süreci bu defa onun üzerinden aktarmıştı. 18.yüzyılla beraber kapatılma tekniklerinde büyük bir değişim yaşanmıştı. Son çalışmalarında yönetim teknolojilerine odaklanan düşünür çağ değişimini biraz daha geriye 12 ve 13.yüzyıllara kadar götürmeye başlamıştı. Batı toplumlarını artık Hıristiyanlığın kendilik teknolojilerine çok fazla başvurmadan yasalar, mahkemeler ve adli kurumlar aracılığıyla yönetmenin mümkün olduğu anlaşılmaya başlanmıştı. Bu süreç 12 yada 13.yüzyılda başlamış ve 19.yüzyılın büyük politik oluşumları ve büyük ceza ve medeni kanunlarıyla nihayete ulaşmıştı.
Kapatılma kurumlarındaki asıl dönüşümde ceza hukuku ve kurumlarındaki dönüşümle atbaşı gitmişti. Önceleri suç işleyenlere eziyet edilirdi. Eziyet etme cezalandırmanın en bilinen yöntemiydi. Düzeni ihlal eden kişiye bu ihlalin bedeli misliyle ödetilirdi. Eziyetin her hangi bir sınırı, ölçüsü yoktu. İhlal ile ceza arasında bir orantı bulunmuyordu. Üstelik eziyet teşhir ediliyordu. Bir gösteriye, bir ritüele çevriliyordu. Eziyet sırasında izleyiciler galeyana geliyor ve tüm eziyet onların izlemesi için tertip ediliyordu. Foucault’ya göre cezalandırmanın bu biçimi onun klasik dediği epistemeye denk düşüyordu. Bu biçimin bilgi teknolojileri ile bir bağı yoktu. Ne yasa ne ceza ne de kapatılma mekanı bilgi teknolojilerinin bir nesnesi haline gelmemişti.
Modern kapatılma kurumları olan cezaevleri ile birlikte bu anlayış baştan aşağı değişti. Şimdi artık eziyet kapalı bir mekanda ve herkesten yalıtarak gerçekleşiyordu. Kaba işkence, zulüm , eziyet yerini suçlunun uzaktan izlenmesine, her saniyesinin gözlenmesine, davranışlarının kontrolüne bırakmıştı. Foucault beden üzerindeki iktidar tekniklerinde yaşanılan bu değişimi biyo-politika kavramı ile açıklamıştı. Nüfusun izlenmesi, doğum ve ölüm oranlarının seyri, hastalık ve beden eğitimi biyo-politika denilen yeni bir yönetimsellik biçimini doğurmuştu.
Foucault geriye dönüp baktığında bu çalışmalarında modern öznenin bir kurgu olduğunu ispatlamaya çalıştığını söylemişti. Son dönem çalışmaları ise kurumları tarihi üzerine değil kendilikler üzerine yani öznenin kendini nasıl gördüğü, nasıl kurguladığı ve kurumlar karşısında nasıl konuşlandırdığı ile ilgilidir. Bu değişimleri izlemek için modernlik öncesine uzanır ve daha gerilere gider. Yunan ve Roma’daki kendilik inşalarına ağırlık verir. Bunlarla Hıristiyanlık arasındaki bağlar üzerine ilgisini yöneltir. Bir ara halka olarak Stoikler üzerinde uzun uzun durur. Kendilik tekniklerini anlamak hakikatle kurulan bağı anlamaktır. Kendilik denilen vicdanı oluşumuna bakmaktır. Kendiliğin Batı toplumları açısından üç
dönemi olduğunu söyler. Yunan ve Roma’nın dahil olduğu Antik dönem , ikinci yüzyılda Hıristiyanlıkla başlayan ikinci dönem ve reform ve karşı reformla devam eden son dönem.