“N’olacak bu memleketin hâli?” dedim, “Ne olacak bu Fener’in hâli?” biçimindeki klasik soruyu sormuşum gibi,
“Koç lazım, koç!” dedi.
“Koç’u da gördük. Fenerbahçe’nin durumu ortada.” dedim.
Şaşkın şaşkın yüzüme baktı, deli mi nedir, der gibi.
“Milleti peşine takıp sürükleyecek bir lidere ihtiyaç var.” dedi.
“Nasıl yani?” dedim.
“Basbayağı!” dedi.
Bu nasıl bir ruh hâliydi. Milleti, kendi de dâhil güdülecek sürü yerine koyuyor, başına da çobanlık yapacak ya da sürüyü sevk ve idare edecek bir koç bekliyordu.
“ Atatürk gibi mi?” dedim.
“He ya, aynen onun gibi!”
“Atatürk gibi bir lider yüz yılda bir çıkar, 20. yüzyılın lideri de Türklere nasip oldu.” mealindeki kimine göre İngiltere başbakanlarından Lloyd George’a, kimine göre de Winston Churchill’e mal edilen sözü hatırlatacaktım ki vazgeçip kara kara düşünmeyi tercih ettim.
Genlerimize işlemiş bu lider sultası. Bu anlayış bana, kimi bağnaz görüşlülerin, kadınlara bakış açısını ortaya koyan veciz sözü çağrıştırdı.
“Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.”
Bu millet de başında güçlü, otoriter bir lider görmeye alışmış. Altı yüz yıl padişah yönetiminde kalan ve ”Padişahım çok yaşa!” diyen bir kültürle harmanlanmış bir toplumun böyle düşünmesi de yadırganacak bir durum değil.
Halkımız, Cumhuriyetle birey olmayı, örgütlü mücadeleyi yeterince içselleştirememiştir. Bölük pörçük bir sendikalaşma çabası görülse de, son yıllarda bu çabalar da boşa çıkarılmıştır. Karşı cephe kırk yamalı bohçaya dönüştürülürken, beri tarafta iş güvencesi korkusuyla otoritenin arkasında saf tutan sendikalar bayrağı ele geçirmiştir.
Toplumun en bilinçli ve kültürlü kesimi olan eğitimcilerin örgütlendiği sendikalara bir göz atmak, manzarayı anlamak için bize yeterince bilgi verecektir.
Geçtiğimiz günlerde Bakanlık, eğitim alanında faaliyet gösteren sendikaların üye sayılarıyla ilgili bir liste paylaştı. Listede irili ufaklı tam 49 adet sendika vardı. Yanlış okumadınız. Bu kırk dokuzu 12 Eylül öncesi de çok duyardık. Solu 49 fraksiyona bölmüşlerdi, birbirine düşürmek ve kolay başa çıkabilmek için. Egemen güçlerin politikasıdır bu: Böl ve yönet.
Hani, birlikten güç doğar sözünü kanıtlamak için küçük bir deney vardır. Tek bir kibrit çöpünü iki parmağımızla kırarken, bir deste kibrit çöpünü iki elimizle bile kıramayız. Bu yüzden sendikalaşma iyidir ama güçleri birleştirirsek işe yarar. Güçleri parçalarsak işi bozar.
Bir de iki yılda bir yapılan sözleşmelerde yaşanılan hayal kırıklığı sonrası beklentilerin de gerçekleşmemesi, şaşırtıyor beni.
2009’dan beri yetkili sendika, hükümetle bir milyonu aşkın eğitimcinin özlük haklarını genişletmek ve daha iyi koşullara ulaşmak için sözleşme yapıyor. Büyük, parlak taleplerle kararlı bir şekilde masaya oturan yetkili sendika, günün sonunda hükümetin lütuflarını kabul ederek bunu da bir zafermiş gibi göstermeye çalışıyor. Yaşanan bu fiyaskodan sonra yetkili sendikada yöneticiler dışında üye kalmaz, bir istifa depremi beklentisi yaşanır diyorsunuz, cılız birkaç istifadan başka bir şey olmuyor.
Yeni toplu sözleşme öncesi bakıyorsunuz aynı sendika üye sayısını artırarak yerini iyice pekiştirmiş. Diğer kırk sekiz sendikayı toplasan yetkili sendikanın sayısına ulaşamıyor. Nedir bunun sırrı? Hükümetin arka bahçesi olduğunu herkesin bildiği bu sendikanın başarısının sırrı nedir?
Üyeler de sıradan insanlar değil, gençlerimizi “iyi insan” olması için eğiten, geleceğe hazırlayan, memleketin en aydın kişileri olarak bildiğimiz eğitimcilerdir. Yanılıyor muyuz yoksa?
Ülkemizde birçok alanda olduğu gibi sendikalaşma alanında da bir Stockholm Sendromu yaşanıyor. Sendikacılığı memlekete getirmek için itilen, kakılan, tekmelenen, coplanan, biber gazı sıkılan, hatta öldürülen (1 Mayıs1977) sol sendikacılar seslerini duyuramıyor. Etkili bir tek eylemi olmayan, patronu üzmemek için uslu çocuk gibi duran bir sendikanın bu büyük başarısını (!) da anlamakta zorlanıyorum.
Asıl bedel ödeyenlerin mirasına konan sarı sendikaların sözleşmelerde söz sahibi olması, vicdanları sızlatmıyor mu?