Göçmenler, yabancılar ve sığınmacılar sorunu Türkiye'nin yaşadığı ekonomik krizle birlikte en önemli ikinci sorun olmaya başladı. Eğer olağanüstü gelişmeler söz konusu olmaz ise bu iki konuda vatandaşın beklentilerini, hassasiyetlerini yönetebilen partiler seçimlerden kazançlı çıkacak. Görünen o ki AKP'nin kendisi açısından dahi ekonomiyi toparlayabilme umudu giderek azalıyor. Ekonomik krizin kangrenleşmesi çözüm umutlarının giderek tükenmesine yol açıyor. Körfez ülkelerinden sıcak para tedarik edebilmek için keskin dış politika dönüşleri yapmaktan dahi kaçınmayan iktidar daha henüz bu konuda somut bir mesafe alabilmiş değil. Hakaret ettiklerinin, acımasızca eleştirdiklerinin ayağına kadar gitmekten çekinmeyen Erdoğan karşısında Körfez sermayesi kendini ağırdan alıyor olmalı. Elbette ki hiçbir güç ayağına kadar gelen böyle bir fırsatı sonuna kadar kullanmaktan imtina etmez.
İkinci tartışma konusu ise Özdağ'ın sansasyonel çıkışları ile siyaset gündeminin ortasına adeta bir bomba gibi düştü. Partiler alıştıkları politikaları yeniden gözden geçirmek ve yeni faşizm olarak açıkladığımız bu durum karşısında yeni ayarlamalar yapmak zorunda hissettiler. Erdoğan birkaç gün içerisinde birbirine taban tabana zıt açıklamalar yaptı. Erdoğan ilk açıklamasında toplumda özellikle sığınmacılara karşı biriken öfkeyi arkasına alarak bir milyon sığınmacıyı göndermekten bahsederken yarattığı sermayenin bu ucuz emek gücüne olan bağımlılığı kendisine hatırlatılınca yeniden ensar/muhacirun edebiyatına sığındı. Bu durum iktidarın uzun vadeli ve uygulanabilir bir sığınmacı politikasının olmadığını gösteriyor. İktidar açısından sığınmacılar politikasının işlevselliği var. İktidarın birçok ihtiyacını karşılıyor. Yönetilebilir sınırlar içerisinde kaldıktan sonra da iktidar açısından herhangi bir sıkıntı doğurmuyor. Muhalefet de Özdağ'ın çıkışına kadar toplumda birikmiş öfkeyi yönetmek, gerçekleri ifşa etmek ve insani çözüm seçeneklerini hazırlamak konusunda üzerine düşenleri yeterince yerine getiremedi. Esad'la oturup, konuşarak sorunu çözmek dışında ciddi, uygulanabilir seçenekler üretemedi. Esad'la oturulup konuşulsa ve bir kısım sığınmacılar ülkesine dönse dahi Türkiye daha çok uzun bir süre bu sorunla yaşamaya devam edecek. Sığınmacıların büyük çoğunluğunu Suriyeliler oluştursa dahi Türkiye'ye gelmek zorunda kalanlar sadece Suriyelilerden ibaret değil. Bugün Türkiye Afrika'dan, Asya'dan ve Ortadoğu'dan daha iyi bir yaşam umuduyla kendilerini zengin Batıya atmak isteyenler için bir ara istasyon görevi görüyor. Savaşlardan, çatışmalardan ve ülkelerinde kimliklerinden, düşüncelerinden dolayı yurttaş kabul edilmeyen milyonlarca insan bir yerden bir yere hareket ediyor. Bu hareketin yönü, istikameti ise Batı'ya doğru.
Bu konularda yoğun bir kavram karmaşası da yaşanıyor. Dünya ilk defa böyle bir sorunla karşılaşmıyor. Tarihin her döneminde insanlar göç ettiler, bir yerden bir yere gittiler ve hareket halinde oldular. İki kıta Kuzey Amerika ve Avustralya ağırlıklı olarak sonradan gerçekleşen göçlerle kuruldu. Bu ülkelerin nüfusunun büyük bölümünü Avrupa'da dinlerinden, mezheplerinden dolayı dışlanan, ağır yaptırımlara maruz kalan insanlar oluşturdu. Bu göçün bir diğer nedeni de insanca yaşam isteğiydi. Kendi ülkelerinde insani yaşam koşullarından uzak kalan insanlar binlerce kilometrelik tehlikeli, riskli yolculukları göze alarak bu ülkelere sığındılar.
Şunu unutmamak gerekiyor hiç kimse doğduğu, alıştığı doğayı, toprakları bilerek ve isteyerek terk etmek istemez. Elbette ki bireysel arayışlar, meraklar ve başka yerlerde yaşama heveslerini bunun dışında tutuyoruz. Dünyanın insanın yurdu olduğunu kabul ettiğimizde bu tür istek ve arzuları da son derece insani buluyoruz. Burada tartıştığımız mesele insanların zorunluklardan, mecburiyetlerden dolayı doğal yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalmaları. Karnı doyan, yaşamı risk altında olmayan binlerce insan neden ülkesini terk etsin. Üstelik bu dönemin savaşlarından, çatışmalarından dolayı kaçmak zorunda olan insanlara niçin ülkeni terk ettin sorusunu sormadan önce kırk defa düşünmek gerekiyor.
Bu ülkeleri kaos ve karmaşa içerisine çoğunluk bu ülkelerin insanları sokmadı. Afganistan'da Taliban'ı adım adım ABD ve onun desteklediği güçler yarattı. Taliban'ın zulmünden kaçan insanları yargılamadan önce düşünmek gerekiyor. Taliban'ın yönettiği bir ülkede gönül ferahlığı içerisinde yaşanabilir mi? Afrika'daki savaşlar artık klasik anlamada yürütülmüyor. Bu savaşlar ülkeler arası olmaktan çoktan çıktı. Kıymetli madenlere, doğal minerallere el koymak ve bunları Batı'ya satarak zengin olmak isteyen savaş ağaları, baronları türedi. Bunların her biri büyük güçler tarafından desteklendi. Elli ve altmışlarda kazanılan ulusal bağımsızlık toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye yetmedi. İktidar sadece seçkinler arasında el değiştirmekle sınırlı kaldığından ulusal kimlikler oluşmadı. Küreselleşme bu ülkelerin zenginliklerine yeniden göz koyunca kabileler arası savaşlar yeniden hortladı.
Bu savaşlar bildiğimiz anlamda savaşlar olmaktan uzaklaştı. Her savaş ağası kendi egemenliğinde bir bölge kurdu. Eğer kimliğiniz, kabileniz bu savaş ağalarıyla uyuşmuyorsa hayatta kalma şansınız yok. Bu nedenlerle binlerce insan kendini Batı'ya atmak istiyor. Libya'yı düşünün milyon kilometrekare büyüklüğündeki ülke resmen savaş ağaları tarafından parsellenmiş vaziyette. Batılıları ve savaş ağalarını ilgilendiren tek şey ülkedeki zenginliğe çökmek. Somaliyi ve Afrika'nın diğer ülkelerini düşünün. Binlerce insan aç kalmamak için, hayatta kalabilmek için ülkelerini terk etmek zorunda kalıyor. Gittikleri yerlerde formel ekonomiye dahil edilmedikleri için suç örgütlerinin eline düşüyorlar. Sadece hayatta kalabilmek için kriminal olaylara bulaştırılıyorlar. Bu insanların çaresizliği krizin mağdur etmeye başladığı ülke vatandaşları ile temasa geçmeye başladığı anda ise karşılıklı ön yargılar kınından çıkıyor. Göçmenler, yabancılar ve sığınmacılar krizin ağır yükü altında bunalan, altlarındaki toprak çekilmeye başlayan ülke vatandaşları gözünde tüm sorunların müsebbibi olarak gözükmeye başlıyor. Kültürleri onlar yüzünden saflığını kaybediyor. Daha düşük ücrete onlar yüzünden çalışmak zorunda kalıyorlar. Yaşadıkları yerdeki huzur ve rahatı onlar bozuyor.
Anaakım siyaset bu sorunlarla gerçek veçheleriyle yüzleşmekten kaçındığı için de her defasında hedef haline geliyorlar. Anaakım siyasetin bu konudaki suskunluğu aşırı sağ ve yeni faşist partilere bu konuları istismar etmek imkanı veriyor. Siyasetin gündemi bu tip partiler tarafından belirlenince merkez partilerde giderek daha fazla sağa kaymaya başlıyor. Göçmenler, yabancılar ve sığınmacılara dair politikalar insani yönlerini kaybediyor. Krizin bunaltttığı, öfkelendirdiği kitleler ise kendilerine hayali düşmanlar seçmiş oluyor. Karlı çıkanlar ise göçmen, yabancı ve sığınmacı emeğini neredeyse kölelik koşullarında sömüren sermaye sınıfı ile ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yaparak daha geniş kesimlere ulaşan yeni faşist partiler oluyor.