Hınç ile öfke arasındaki ayrıma değinip Nietzsche'de hıncın ele alınış biçimini gözden geçirerek geçen yazıyı sonlandırmıştık. Bu dolayımlardan sonra artık yeniden sorunsalımıza dönebiliriz. Bu yazı ilhamını, Fethi Açıkel'in Toplum ve Bilim Dergisinin 70.Sayısındaki 'Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi' başlıklı makalesinden alıyor. Bu yazının etkileyici, önemli, özgün bir makale olduğuna dikkat çekmek isteriz.
90'lar, İslamcı hareketin henüz iktidardan uzak olduğu, ancak kazandığı belediyeler aracılığıyla merkezi iktidara fetih yürüyüşünü başlattığı yıllardı. Sol, hem 12 Eylül yenilgisinin getirdiği ağır koşullar altında yeniden toparlanmaya çalışıyor hem de Sovyet düzeninin çöküşü nedeniyle sosyalizmin yaşadığı ağır kan kaybını üzerinden atmaya uğraşıyordu. Sosyalizmin yaşadığı kriz Ortadoğu'daki dinsel hareketlere yeni bir ivme kazandırmıştı. İran devrimi ise Fransız düşünür Foucault'ya göre 20.yüzyılın en önemli fenomenlerinden biriydi. Aydınlanmacı tahayyüle göre artık tarihe iade edildiği zannedilen din 'muhteşem' bir geri dönüş yapmıştı. Demek ki Aydınlanmanın ilerlemeci, lineer dünya görüşü dinin doğru bir okumasını yapamamıştı.
Siyasal iktidar perspektifinden uzaklaşan sol, bu sıralarda ayağa kalkmanın yolu olarak demokrasi ipine tutunmaya çalışıyordu. Bu demokrasi, sınıfsal içerikten yoksun, sivil toplumu devlet karşısında güçlendirmeye dayalı bir tahayyülün izlerini taşıyordu. Tarihsel okumalar bir kez bu minvale doğru kaymaya başladığında İslam, Türkiye'nin en önemli sivil dinamiği gibi görünüyordu. Kemalist devrimin karşısına aldığı İslamcı güçler siyasal alanı boşaltarak sivil toplum içinde kurdukları güçlü ağlar ile ayakta kalmaya çalışıyordu. Kemalist güçler İslamı siyasal alanın dışına itmiş olsa da sivil toplumdaki etkilerini azaltacak pratiklerden uzak durmuşlardı. Devrim her şeyden önce tepeden, yukarıdan ve kitle katılımından yoksun gerçekleşmişti. Aydınlanma da olduğu gibi dinin kendisi ile felsefi düzeyde bir hesaplaşma yaşanılmamıştı. Bundan özellikle kaçınıldığını, imtina edildiğini söyleyebiliriz. Bu hassasiyet devrimin entelektüel açıdan derinleşmesini engellemiş, sınırlarını daraltmıştı. Silahlı bürokrasiye yaslandığı için iktidarı almış, fakat sivil toplumda hegemonya kuramamıştı. İktidar aygıtları, başta üniversiteler olmak üzere yeni rejimin etrafında kümelenmiş güçler, her tür iktidarı sorgulamadan uzak durmuşlardı. Halbuki Aydınlanma aklın her şeyi sorgulamadan geçirmesi demekti. Kantçı eleştirellik aklın kendini bile bundan muaf tutmazdı.
İslamcı güçler kaybettikleri iktidarı bir yenilgi olarak deneyimlediler. İslamcı dünya görüşünün Osmanlıdaki sözcülüğünü ve temsilciliğini ulema üstlenmişti. Ulema medreselerde edindiği bilgi ile dinin yorumlanması konusunda bir tekel oluşturmuştu. İmparatorluk içinde değişik inançlar, dinler, mezhepler olsa da Saray, İslamın Sünni kolunun ürettiği bir ideolojiye sahipti. Bu ideolojinin üretilmesinde ulema önemli bir role sahipti. Tanzimat ile başlayan ve giderek hız kazanan yenileşme hareketleri ulemaya karşılık yeni bir elit sınıfı ortaya çıkardı. Dinin bilgisi ile yetinmeyip dünya pratiklerinin bilgisini edinen bu zümreler bürokrasi içinde etkin konumlar edinmeye başladı. Aldıkları eğitim pozitivistti ve bilimin kutsanmasına dayalıydı. Dünyanın sorunları artık onun içinden çözülebilirdi. Yeni zümreler giderek birbirinden ayrıştılar ve İmparatorluğu ayakta tutmaya ilişkin tekliflerini somutlaştırdılar. Yusuf Akçura bunu bir program halinde sadeleştirdi. 2.Meşrutiyet Abdülhamit istibdadını yıkarak canlı bir tartışma ortamının önünü açtı. Herkesin bir kurtuluş reçetesi yazdığı bu dönem tıpkı 60'larda olduğu gibi canlı bir entelektüel hayatı açığa çıkarmıştı.
Geleneksel dünya görüşüne ısrarla bağlı kalan ulema bu tartışmayı kaybetti. Bazı unsurları modernist bir İslamcılığı seçti. Çünkü hayatın sorunlarına İslamı modernize etmeden cevap veremeyecekleri kanaatine ulaştılar. Ancak bu kesimin geniş halk kitlelerinin duyuş, düşünüş ve hayatı algılayışı üzerindeki etkileri cılızdı. Sorun sadece bir teoloji, düşünce tartışması da değildi. İmparatorluk 16.yüzyıldan beri sürekli gerilemiş, toprak kaybetmiş ve Batı karşısındaki üstünlüğünü yitirmişti. Gerilemenin nedeni dinden uzaklaşmada aranmış ve yeniden ona yönelindiğinde ihtişamlı zamanların geri geleceğine inanılmıştı. Ulema bilgi üzerinde kurduğu tekel ile yeni düşünüş biçimlerinin önünü kapatmıştı. Gramsciyen bir ifade ile ulema iktidar blokunun bir parçasıydı. Sahip olduğu bilgiye kıskançlıkla sahip çıkmasının maddi temelleri vardı. Türk modernleşmecilerinin anlatılarında olduğu gibi mesele salt bir ilerilik-gerilik sorunsalı değildi. Ulema toplumu bir 'hakikat rejiminin' içinde tutmak istiyor diğerlerini dışlıyordu.
Bu süreç aynı zamanda dünya kapitalist sistemine özgün bir eklemlenme olarak yaşandı. Bir çevre imparatorluğuna dönüşmüş Osmanlı, uluslararası yeni iş bölümünde kendine biçilen role razı olmak zorunda kaldı. Bu ise bir yarı-sömürgeleşme süreciydi. İmparatorluk kaynakları üzerindeki tasarruf hakkına kaybetmişti. Ekonomisinin büyük bölümü tanınan imtiyazlar ile yabancılar ve onların yerli temsilcilerinin eline geçmişti. Ayakta kalması uluslararası güç dengelerine bağımlı hale gelmişti. Ulema ve bağlaşıkları çıkışı yeniden dine sarılmakta görürken yeni elitler her çareye başvuruyordu. Balkan kökenli elitler Abdülhamit'i iktidardan indirdiklerinde memlekete kısa süreli bir özgürlük gelmişti. Ancak demokrasinin imparatorluğu ihya etmek için zaman kaybı olduğuna karar verdiler. Baskıcı bir rejime geçiş yaptılar.
Modernleşmeci sınıflar içinde İslam sadece bir seferberlik ideolojisiydi. İslamcılığı son vatan topraklarını elde tutmak için bir teyakkuz ideolojisine dönüştürdüler. Tıpkı ulemada olduğu gibi yaklaşımları faydacı ve pragmatikti. İslamın ve milliyetçiliğin sentezinden 'Müslüman milliyetçiliği' diyebileceğimiz yeni bir terkip çıkardılar. Murat Belge'nin dediği gibi Türkiye'nin kadim ideolojisi milliyetçilikti. Ama bu milliyetçilik bir devlet ideolojisi olduğu için doğası gereği pragmatikti. Kemalizmin kuruluş dönemlerinde seküler yönü ağırlık kazanırken sivil topluma uzanmak istediğinde dönemlerde İslamcılıkla rezonansa geçiyordu.
Müslüman milliyetçiliği dediğimiz terkibin sistematizasyonu için 60'lı yılları ve soğuk savaşı beklemek gerekecekti. Solun yükselişini engellemenin çaresi olarak Türk-İslam sentezi denilen program devreye kondu. Sivil toplumda geniş ağlara sahip olan İslamcılık bu dönemde Türk sağından özerkleşmeye başladı. Türk faşizmi ise şamanlığa sarıldığı müddetçe marjinal olmaktan kurtulamayacağını idrak ederek yerli faşizmi toplumsallaştırmak için dini hassasiyetleri araçsallaştırmak gerektiği yorumuna ulaştı. Kapitalizmin ezdiği, kente sürdüğü, yalnızlaştırdığı kitlelerde birikmiş hıncı 'kutsal mazlumluğun psikopatolojisini' de kullanmak suretle solun karşısına diktiler.