Yeniden gündüzü ılık, gecesi hâlâ soğuk olduğu için soba yakılan yayladayım.
“Bu günler, Adana’nın en güzel günleri, yaylada ne işiniz var?” diyenler olacaktır. Ben de onlara şöyle cevap vereyim. Keyif çatmaya değil, iş yapmaya geldim.
On beş gün önceki gelişimde Kamışlı’daki hemşehrimiz Ziraat Mühendisi Mustafa Ceyhanlı’ya (Soyadı kendini ele veriyor.) ağaçların bakımıyla ilgili fikir danışmıştım. O da bana on beş günde bir uygulanacak ev ödevi verdi. Dolayısıyla sorumlu bir öğrenci gibi ev ödevimi yerine getirmek için yeniden Pozantı’nın Fındıklı yaylasının yolunu tuttum.
Adana’nın sıcağı, Gülek çıkışına kadar yakamızı bırakmadı ama aracın kliması sayesinde bu davetsiz misafirle pek muhatap olmayınca o da daha fazla yukarılara çıkmaya cesaret edemedi ve peşimizi bıraktı.
Yaylada günler rutin, yani sıradan, birbirinin benzeri şekilde geçiyor. Öğleye doğru kahvaltı yap, televizyondan ülkenin ve dünyanın hâlini öğren, kahve faslından sonra bahçeye in ve yapılacak işlere söylene söylene, oflaya puflaya, ağır aksak başla.
Bugüne de aynı şekilde başladım, sonra bahçeye indim. Bahçeyi diz boyu ot bürümüştü. Ekimde, kışın soğuktan zarar görmesin diye gübreleyip toprakla kapattığım ağaçların köklerini şimdi de açıp havalandırmak gerekiyordu. Baharın havasından, güneşinden bolca yararlanmaları için her gün üç beş ağacın köklerindeki otları temizleyip yazın sulayacağım şekilde etrafını açıyordum. Bir ağacın altını açmak yaklaşık on dakika sürüyordu. Her ağacın işi bitince de on dakika dinleniyordum. Ağacın birinin daha kökünü açmış, dinlenmeye geçmiştim ki bir ses duydum. Dönüp baktım.
“Cik!” dedi.
Beni izleyen bir canlı vardı karşımda.
Minicik adımlarla bana doğru korkusuzca yaklaşıyordu. Şaşkınlığımı görünce,
“Cik, cik!” dedi yeniden. Ürkütmeden fotoğraflarını çektim bu adını dahi bilmediğim sevimli dostun. Adını da sormadım; çünkü bizim her”tür”e saygımız vardı.
Açtığım her ağacı benden sonra ziyaret ediyor, kontrol mühendisi gibi inceliyordu. Dikkatle bakınca sevimli kuşun derdinin beni denetlemek değil de herkes gibi ‘boğazlar meselesi’ olduğunu anladım. Benden ürkmeyip kaçmadığına göre kazdığım toprakta ona gerekli yiyecekler vardı demek ki. Kazılan nemli topraktan çıkan solucanlarla protein ihtiyacını karşılıyordu. İnsanoğlunun çalışmasındaki öncelikli amaç da açlığının giderilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması değil midir? Her canlı gibi bu kuşcağız da rızkının peşinde koşturup duruyordu. Uzansam tutacağım kadar yaklaşmıştı bana.
Benden zarar gelmeyeceğini hissetmiş olacak ki taze toprağı eşeleyip durdu bir adım ötemde.
Bu görüntü bana, Türk şiirinde hak ettiği yere gelememiş ve genç yaşta hayatını kaybetmiş Rüştü Onur’un Memnuniyet şiirini çağrıştırdı:
“Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünya ortasında.”