1-Terörün her türlüsünü lanetliyoruz. Hiçbir yüce amaç terör olarak adlandırdığımız vahşeti haklı kılamaz, meşru gösteremez. Terör sözcük anlamıyla sindirmek, yıldırmak, korkutmak suretiyle insanları birtakım politikalara ikna etme eylemidir. Çoğunlukla işin vahşet ve insanlık dışı yönleri öne çıkartılarak gerçek niyetler tartışma konusu edilmemeye çalışılır ise de terör ile elde edilmek istenilen asıl amaç iradeleri sakatlayıp meflûç hale getirmek suretiyle özgür, bağımsız düşünmenin önüne geçmektir.
Kant meşhur makalesi ‘’Aydınlanma Nedir‘’ de insanın aklını kullanamamasını cesaretsizliğine bağlayıp ‘’sapere aude‘’ demişti; yani aklını kullanma cesaretini göster.
Müstebitlerin, despotların yaşadığı devirde Kant’a göre aklın kullanılamamasının önündeki en büyük engel korku idi. Terörün ise asıl amacı korkuyu jeneratör gibi çalıştırmak suretiyle toplumun tüm düşünme melekelerini kesmektir.
2-Gare katliamı vahşettir, barbarlıktır ve cinayettir. Ancak medenileşmiş toplumlar yas tutmayı becerebilirler. Bunu biz söylemiyoruz Freud söylüyor. Bir yas çabası ve kültürünün insanın yaşadığı kayıpla yüzleşmesini sağlayacağını, acının içinden geçtiği takdirde ancak kayıpla baş edinilebileceğini söyler.
Yas tutmayı beceremeyen toplumlar olgunlaşamazlar, kayıplarının kıymetini bilmezler ve demokratik bir kültürü inşa edemezler. Yas tutma çağrısının teröre karşı mücadeleyi zaafa düşüreceğine inananlar için ne toplum olma çabasının ne de o toplumun bir parçası olan insanın kıymeti yoktur.
Asıl olarak yas tutmayı beceren, kayıplarıyla yüzleşen toplumlar terör karşısında kolektif bir duruş gösterebilirler. Ama bu topraklar hiçbir vakit toplumun kendisi olmasına izin verilmeyen bir tarihe sahiptir zaten. İmparatorların, firavunların, padişahların, meliklerin yaşadığı şarkta insan denen şey nedir ki…
3-Gare katliamı sonrasında da yas tutma çağrıları bir kuğu çığlığı gibi cılızca yankılandı ve kayboldu. Yas çağrılarına kulaklarını tıkayan siyasi iktidarın asıl derdi Erdoğan tarafından başarısızlık olarak değerlendirilen operasyonun sorgulanmaması, tartışılmaması, verilen bilgilerle yetinilip olayın kapatılmasıydı.
Muhalefet ilk defa Kürtlerin hedef tahtasına yerleştirildiği, terör denilince akan suların durup Erdoğan’ın politikalarının arkasına herkesin dizildiği bir süreçte farklı, sorgulayıcı bir duruş sergiledi.
Bu başlıklarda muhalefeti arkasına takmaya alışmış Erdoğan beklemediği bu davranış karşısında dengesini kaybetti ve hata üstüne hata yaptı.
4-Erdoğan her türlü kazançlı çıkacağı bir politika kurgulamıştı herhalde. Uzun süredir örgütün elinde tutsak olan devlet personeli kurtarılmış olsaydı büyük bir başarının altına imza atacak, elindeki medya makinasını kullanarak destan yazacaktı. Nitekim buna kendisini hazırlamış ve operasyon günü halka bir müjde vereceğini dahi önceden açıklamıştı. Keşke her şey onun anlattığı gibi gerçekleşseydi de vatandaşlarımız sağ salim kurtulup ailelerine ve sevdiklerine kavuşsaydı. Başarısız olması halinde de “uysal muhalefetin” HDP’ye yönelik atacağı adımlara ses çıkarmayacağını, arkasında hizalanacağını düşünüyordu.
Ama iktidar olmak Erdoğan’ı o kadar kendinden geçirmiş ki hem bir devlet sırrını ulu orta paylaşma hatasına düştü hem de olaylar onun kontrolünden çıkmaya başladı.
Erdoğan operasyonun başarısız olduğunu bizzat kendisi söyledi, sonra hiçbir nezaket tanımayarak, şehit annesini AKP kongresine bağlayarak bu insanların acılarını paylaşmaktan ne kadar yoksun olduğunu gösterdi. Burnundan kıl aldırmayan Erdoğan iktidar iki bakanını muhalefet liderlerine gönderip bu iş devlet işidir denildiğinde muhalefetin dilinin lal olacağını meseleyi kapatacağını düşündü. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na ‘’sana iki bakanımı gönderdim’’ diye bağırıp çağırmasından maksadının bu olduğunu anlıyoruz.
Muhalefet uzun süre sonra Erdoğan’ın kendilerini hapsettiği ‘’dil hapishanesi’’nden kurtuldu ve onun güç sarhoşluğu içinde yaptığı yanlışların üzerine giderek psikolojik eşiği aştı ve Erdoğan’ı hiç beklemediği biçimde köşeye sıkıştırdı. Operasyon başarısız ise birilerinin hesap vermesi ve istifa etmesi gerekirdi, her şeye alışabilirdik ama acılı bir şehit annesinin bu düzeyde parti siyasetine alet edilmesi hoş görülemez ve vicdanen kabul edilemezdi.
Muhalefetin argümanları toplumdan kabul gördü ve Erdoğan’ın, Bahçeli’nin üzerinde rahatça tepindikleri ‘’ beka, terör ‘’ gibi klişeler etkisizleşmeye başladı.
5-Aklı başında ve işinin ehli olan uzmanlar eğer bu operasyon bir rehine kurtarma operasyonu idiyse başarı şansının çok düşük olduğunun söylüyorlar. İktidar kanadından yapılan açıklamalarda ise değişik sesler ortaya çıktı. Amaç rehineleri kurtarma mı yoksa bölgenin PKK unsurlarından temizlenmesi, lojistiğin imha edilmesi ve Sincar üzerinden kuzey Suriye geçişlerin engellenmesi miydi? Eğer iki hedef bir arada düşünüldüyse bu hedeflere aynı anda ulaşılmayacağını kurmay aklı olan herkesin bilmesi gerekir.
Rehine kurtarma operasyonları salt bu niyetle yapılıp çok profesyonelce yürütülmesi gereken işlerdir. Arazi yapısının bir hava harekâtına uygun olmadığını bizzat Akar ve Genelkurmay Başkanı söyledi. Böyle bir operasyon ancak ve ancak bir nokta ve sızma operasyonu olarak başarıya ulaşabilirdi.
Bölgeden terör unsurlarının temizlendiği iddiası da boşlukta kalıyor, çünkü bunun başarılabilmesi orasını kontrol edecek askeri bir güçle mümkündür.
Geri dönüldüğüne göre KDP ve Iraklı yetkililerden ancak bu kadar izin alınabilmiştir. Haşdi Şaabi güçlerinin bölgeye yığılmasından da anlaşılıyor ki bu iş Akar’ın Irak ve Erbil ziyaretlerinde gündeme getirilmiş ve çok sınırlı bir operasyona izin verilmiştir. 40 yıldır Ortadoğu sahasında değişik güçlerle ittifaklar yaparak ayakta kalabilmiş bir örgütün bölge jeopolitiğini alacağı istihbaratları bir yana bırakalım okuma yeteneği kazanacağını düşünmemek aptallık olacaktır. Şunu anlatmaya çalışıyoruz; askeri ölçülerle , kurmay zekâsıyla yaklaştığımızda her iki hedefe ulaşmanın da çok zor olduğu bir hadiseyle karşı karşıyayız.
O vakit siyaset böyle bir operasyona ihtiyaç duymuştur ve bugünün asker siyaset ilişkileri hesaplandığında askerin buna hayır diyemediği bir durumla karşı karşıyayız.
6-Bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç; Türkiye’de tüm kurumların özerkliklerini ve kurum olma vasıflarını kaybettikleri gerçeğidir. Türkiye’nin en köklü kurumları maalesef kurumsal kapasitelerini kaybetmiş, siyasi iktidara itiraz edemeyecekleri bir noktaya sürüklenmişlerdir. Siyasetten talimat alan, AİHM kararlarını Anayasa hükmü olmasına rağmen tanımayan, Anayasa Mahkemesi kararlarını dinlemeyen yargıdan buralara gelinmiştir. Enver Paşa’nın Alman Genelkurmayı’nın çıkarları gereği Kafkaslardan Rus güçlerinin girişini engellemek için yaptığı Sarıkamış çıkartması tarihe büyük bir başarısızlık ve felaket olarak geçmişti.
Torumtay, Özal’ın bir verip üç alma uyanıklığına direnip Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa etmişti. Koşaner ve kuvvet komutanları ise Ergenekon ve Balyoz karşısında tepkilerini toplu olarak istifa ederek göstermişlerdi.
Şu yaşadıklarımızı gördükten sonra aklıselim bir ‘’devlet aklına ‘’ ne kadar çok ihtiyaç olduğunu bir kez daha anlıyor insan. Tek tesellimiz muhalefetin bu süreçte gösterdiği direnç ve sağduyu.
Şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum.