‘Avrupalılar, bu kitabı açın, içine bakın. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde toplanmış yabancılar göreceksiniz; yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize ve burayı koruyan paralı askerlere layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar. Belki sizi görecekler ama seslerini bile alçaltmadan aralarında konuşmaya devam edecekler. Kayıtsızlıkları sizi can evinizden vuracak: Onların babaları, gölgelerde yaşayan o yaratıklar, sizin yarattıklarınız, onlar ölü canlardı; onlara ışık veren sizdiniz, onlar yalnızca size hitap ederlerdi ama siz bu hortlaklara cevap vermeye tenezzül etmezdiniz. Onların oğulları sizi görmezden geliyor. Onları ısıtan ve aydınlatan ateş size ait değil. Siz, saygılı bir mesafeyle duran siz, kendinizi kaçak, karanlıkta kalmış, işi bitmiş hissedeceksiniz. Şimdi sıra sizde. Bir başka şafağın doğacağı, bu karanlıklarda artık hortlak sizsiniz.’
Yukarıdaki uzun alıntı Sartre’ın Yeryüzünün Lanetlileri ’ne yazdığı önsözden alındı. Sartre’ın yazdığı önsöz kitabı gölgede bırakmıştı. Sartre o sıralarda ününün doruğundaydı. Nobel ödülünü reddetmiş, düzene ve onun iktidar ağlarına meydan okumuştu. FLN’nin Cezayir’de verdiği sömürge karşıtı ulusal kurtuluş mücadelesi yedinci yılına girmişti. O güne kadar 20 bin Fransız askeri ölmüş 1 milyon Cezayirli katledilmişti. Fransız kamuoyu FLN’nin verdiği haklı mücadelenin karşısında suskundu. Bu mücadeleye destek veren bir avuç insan vardı. Sartre, en yakın arkadaşı ve kendisi de bir Cezayir’li olan Albert Camus ile derin bir ihtilafa düşmüştü. Camus kategorik olarak şiddet karşıtı bir tavır almıştı. Fransız devletinin gayrinizami harp uygulamaları ile FLN gerillalarının şiddeti arasında bir fark görmüyordu. Sartre bu durumu mide bulandırıcı bulacak, pasifizm ile suçlayacaktı. İroni ile ‘ ah, soylu ruhlarımız ne kadar ırkçı!’ diyecekti. Şu sözler de Camus gibilerini hedef alıyordu; ’bu kadar liberal ve bu kadar insancıl olan, kültür aşkını abartılı bir özentiye vardıran sizler, sömürgeleriniz olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş gibisiniz.’
Sartre’ın zehir zemberek bir üslubu vardı. Muhatabı sömürgeciler ve vatandaşlarıydı. Önsözde yerlilere ilişkin tek bir yargılayıcı söz kurmamıştı. Sartre Batılı okuru hedef alıyor ve zehir zemberek üslubu ile kendine getirmeye çalışıyordu. Fanon’un muhatabı ise kolanyal yerlilerdi. Beyazı anlamayı, çözümlemeyi bir kenara bırakmıştı. Sıra artık kurtuluşa, yol ve yöntemlerine gelmişti. Kitabın yayınlandığı 1961 yılında 10 Afrika ülkesi bağımsızlığını kazanmıştı. Sömürgeci dünyada fırtınalar kopuyor, halklar bağımsızlığa koşuyordu. Fanon ise ölümcül bir hastalığa yakalanmış, can çekişiyordu.
Yeryüzünün Lanetlileri bir hastane odasında, üç ay gibi kısa bir süre içinde yazıldı. Kitap Fanon’un vasiyeti gibiydi. Ağır hastalık koşullarında ve bu kadar dar bir zamanda yazılmış olması, kitaptaki fikirlerin Fanon’un kafasında çok önceden oluştuğunu göstermekteydi. Kitabın yayınlanması ile birlikte Fanon, üçüncü dünyanın bir sözcüsü, kuramcısı düzeyine yükselecekti. Sömürge karşıtı mücadeleler nihayet teorisyenine kavuşmuştu. Ama Sartre’ın önsözü, yüksek prestiji nedeniyle nasıl kitabın önüne geçti ise, kitabın ‘şiddet üzerine’ başlıklı birinci kısmındaki görüşler de diğer bölümlerini gölgede bırakacaktı.
Sartre’ın kitaba bir önsöz yazmasını Fanon talep etmemişti. Kitabın yayıncısı filozoftan böyle bir istekte bulunmuştu. Kitap toplatılma riskine karşı gizliden basılmıştı. Bir süre sonra da toplatma kararı çıkacaktı. Kitap yayınlandığında Fanon lösemi tedavisi görüyor, üç ay sonra onu kollarına alacak ölüm meleğini bekliyordu. Sartre ise ırkçılık illetine yakalanmış ve bir türlü bu illetten kurtulamayan Fransızları ırkçılık hastalığı ile mücadele etmeye davet ediyordu. Fransa’daki siyasal durum kritik bir eşiğe gelmiş, çözümsüzlük had safhaya ulaşmıştı. Şiddet Cezayir’i felç ederken, sömürge karşıtı mücadele karşısında bocalayan Fransız devleti, uyguladığı gayrinizami harbin umulmayan sonuçları ile ülkesinde de karşı karşıya gelmeye başlamıştı. FLN gerillalarına karşı verilen mücadelenin tartışılması istenmiyor, çatlak sesler anında bastırılıyordu. Sartre gibi ortalama bir Fransızın vatandaşı olmaktan gurur duyacağı birinin bile düşüncelerine tahammül gösterilmiyordu. Kitap toplatılmış, filozof vatan haini ilan edilmiş, yaşadığı dairenin yakınlarında bomba patlatılmıştı. Sartre'ın Fanon gibi adı sanı bilinmeyen birinin kitabına önsöz yazması ve üstelik yurttaşlarına kendinizi gerçek manada tanımak istiyorsanız kitabın kapağını kaldırın demesi dikkat çekiciydi.
Üstelik Filozof üçüncü dünya halklarının verdiği mücadeleyi hiçbir şerh düşmeksizin destekliyordu. Onlara yeterince akıl verildiğini, verilen bu aklın beyazı haklı çıkarmak ve meşru göstermek dışında hiçbir amaca hizmet etmediğini söylüyordu. Akıl verdiklerimiz, yol gösterdiklerimiz, kendimize benzetmek istediklerimiz kendi yollarını bulmuş artık bize sırtlarını dönmüşlerdi. Bizden öğrenecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Öğrettiğimizi zannettiğimiz şeyler ise kendi hâkimiyetimizi, üstünlükçülüğümüzü gizlemeye hizmet etmişti. Sahte hümanizmlerimizden arınabilmemiz için artık bizim onlardan öğrenmeye ihtiyacımız vardı. Kolonyal insan kendi sırrına ermişti. Bizden öğreneceği, bizi taklit etmesini gerektiren bir şey kalmamıştı. Fanon, Lanetliler ’de sömürgeciye seslenmeyi bir kenara bırakmıştı. Bizim kendimizi tanıyabilmemiz için onun sesine kulak vermemiz gerekiyordu.
Sartre tıpkı Fanon gibi düşünüyordu. Sömürgeciliği şiddet olmadan düşünebilmek imkânsızdı. Sömürgecilik ikna, rıza sağlayarak kurulmamıştı. Mesele yüksek kültürün alçak kültürden üstünlüğü, ona kendini kabul ettirmesi de değildi. Sömürgeci medeniyeti de temsil etmiyordu. Çünkü kolanyal dünyaların medeniyetleri çok daha eski, çok daha yerleşik, özgündü. Sömürgecilik bir fetih hareketiydi. Kendini kan, barut ve zor ile kabul ettirmişti. Şiddet sadece kuruluş anına özgü değildi. Şiddet sömürge dünyasına içkin, yapısaldı. Tüm sömürgeci kurumlara sinmiş, yerleşmişti. Yerli şiddete şiddet ile cevap verdiğinde öldürülüyor, cevap veremediğinde korkudan siniyor ve iç dünyasında derin bir utanç yaşıyordu. Korku ile utanç yerliyi kendi gözünde değersizleştiriyordu. Yerlilerde tanık olunan ‘Aşağılık Kompleksi’nin derinlerinde bu korku ile utanç vardı. Sartre’a göre bir şey ancak kurulduğu yerden parçalanabilir, tekrar kurulabilirdi. Sömürgecilik madem şiddet ile kurulmuş, yerli de ortaya çıkan tüm nevrozların ebeliğini bu karşılıksız bırakılan şiddet yaratmıştı; sömürgeleştirilen yerli nevrozlarından, ancak bir karşı şiddet ile kurtulabilirdi; ‘ tatlı dil şiddet(in) izlerini silemez, ancak şiddet onları yok edebilirdi’. Sartre bir yerlinin Avrupalı öldürerek insanlaşacağını söylüyordu. Şu satırlar Arendt gibilerinin hedefi olacak ve Sartre şiddet metafiziği yapmakla suçlanacaktı; ‘çünkü isyanın ilk aşamasında öldürmek gereklidir. Bir Avrupalıyı öldürmek, bir taşla iki kuş vurmak, tek bir atışta hem ezeni hem de ezileni yok etmektir. Geriye bir ölü ve bir özgür insan kalır. Hayatta kalan, ilk kez ayaklarının altında bir ulus toprağı hisseder’.
Sartre’ı bu cümleleri için yargılamadan evvel sömürgeciliğin riyası ile yüzleşmeliyiz önce. Sartre'a karşı çıkanlar şiddet ile doğrudan hiç yüzleşmemişlerdi. Ne yasaya içkin şiddeti ne mitik olanını ne de Benjamin’in ezilenlerin kefaret talebi olarak arzuladıkları ‘ilahi şiddet’ üzerine düşünmüşlerdi. Her kuruluş anı şiddet yüklüydü. Kuruluş ve başlangıçlar şiddetsiz tasavvur edilemezdi. Ancak ebedi bir şimdinin içine mıhlandığımız takdirde şiddeti yok sayabilirdik. Bu nedenle Sartre şiddetin rolünü ilk önce Engels’in anladığını söyleyecek ve Fanon’u generalin ardına yerleştirecekti. Üstelik Sartre bir şiddet metafiziği de yapmıyordu.
şiddeti Öz bilincin başlangıcına yerleştiriyor onunla sınırlıyordu. Değişmez bir kategori haline getirmiyordu. Sartre da Hegel gibi soyut kavramlarla iş görebilir ve ellerini pak kılabilirdi. Ama kendi yurttaşlarına seslenirken açık sözlü olmalıydı. Şimdi hedefi haline geldikleri şiddetten şikayet etmeye hakları yoktu. Konforlu hayatlarını, burjuva yaşamlarını şiddete borçluydular. Filozof bu yüzleşmeye sadece aracılık ediyordu. Sömürgecinin aklına kulak vererek Benliğini yitirmiş yerliye Akıl vermeyi yüzsüz buluyordu. Yerlinin akla değil anlaşılmaya, tanınmaya ihtiyacı vardı.