Fanon’u önce filozof sonrasında psikayatr olarak ele aldık. Filozof Fanon Hegel’ci ‘tanınma’ kavramı üzerinde düşünerek sömürge dünyasında bu ilişkinin olanaklarını araştırıyordu. Vardığı sonuç umutsuzdu. Hegel’ci ‘tanınmayı’ doğuracak koşullar sömürge dünyasında yoktu. Karşılıklılığa dayalı bir tanınmanın koşullarının yokluğu, ancak sömürge insanının psikopatolojisi çözümlenerek açıklığa kavuşturulabilirdi. Psikiyatr Fanon ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’de bunu araştırdı. Böylece sömürge insanının psikopatolojisi açığa çıkartıldı. Bu süreç aynı zamanda kişisel bir aydınlanma olarak yaşandı. Sömürgeci insan şahsında Fanon kendini de analiz ediyor ve araştırıyordu. Bu dönem sömürgeciliği asıl var eden şeyin ırkçılık olduğunu ortaya koydu. Sömürge dünyasında her şey ırksal olarak bölünüyordu. Kültür, siyaset, ekonomi kısaca her şey ırksallaştırılmıştı. Irksallık hem sömürgeci hem de yerli için Manici bir dünya görüşü ortaya çıkarmıştı. Bu dünya görüşünde karşılıklılığa, tanımaya ve temasa yer yoktu. Bu dünya sömürgeci şiddet tarafından kurulmuştu. Bir hâkimiyet, boyun eğdirme ilişkisiydi. Kalıcılaştıktan sonra Ben’liği de inşa etmiş, yapılandırmıştı. Fanon nesnesini analiz etmiş, bilişsel olarak tanımıştı. Ancak tanımak yeterli değildi; Manici dünya görüşünün efendi ve köle, beyaz ve siyah olarak böldüğü insanı yeniden birleştirmek gerekiyordu. Bu birleştirme için gerekli yöntemi, araçları ve tedaviyi Cezayir deneyimini yaşadıktan sonra ortaya koyacaktı. Cezayir filozof, psikiyatr Fanon’u bir devrimciye dönüştürecekti. Önce Cezayir’ bakalım.
Bir mağrip ülkesi olan Cezayir 1830’dan beri Fransız sömürgesiydi. Ülke Osmanlı egemenliğinden çıktıktan sonra Fransa’nın sömürgesi haline gelmişti. Sömürgeciliğin bir asrı aşan tarihi vardı. Cezayirliler ikinci savaşın bitmesi ile birlikte özgürleşeceklerine dair bir yanılsamaya kapılmışlardı. Savaşın bitmesi Fransa’yı da özgürleştirmişti. Ülke Nazi işgalini yaşamış, işbirlikçi bir rejim ortaya çıkmış ve özgürlük için bir direniş hareketi başlamıştı. Fransızlarda tıpkı Cezayirliler gibi işgali yaşamışlar ve özgürlüklerinden olmuşlardı. Sömürgeci efendi özgürlüğüne kavuştuğuna göre artık sıra Cezayirlilere gelmişti. Bu beklenti bir katliamla son bulacaktı. Savaşın bittiği gün özgürlük isteyen Cezayirlilere Fransız ordusu saldıracak ve sonuçta 30 bin insan ölecekti. Setif katliamı Cezayirlilere özgürlüğün öyle kolay gelmeyeceğini, bu konuda sömürgeciye asla güvenmemek gerektiğini öğretecekti. Katliama tüm dünya sessiz kaldığı gibi uygar Fransız yurttaşları da kayıtsız kalmıştı. Fransız kamuoyu katliamı lanetlemek bir yana sessiz kalmayı tercih etmişti. Direniş hareketine önderlik etmenin haklı gururuna sahip olan Fransız Komünist Partisi Setif protestocularını ‘kışkırtıcılıkla’ suçlayacaktı. Fransızlara göre Cezayir Cezayirlilerin değil Fransızlarındı. Cezayir’ Fransa’nın ayrılmaz bir parçası olarak görüyorlardı. Egemenliği paylaşmak gibi bir niyetleri ise asla yoktu. Cezayir bir Fransız için ülkesinin ayrılmaz bir parçasıydı ve Cezayirliler ise ikinci sınıf insanlar olarak birer tebaaydılar.
Katliam Cezayir toplumunda travmatik bir etki bırakmıştı. Ulusal istekler bir süreliğine bastırılmıştı. İkinci savaşın bitimi ile sömürgeci dünyada başlayan özgürleşme hareketlerinin rüzgarı daha henüz mağrip kıyılarına uğramamıştı. Hindistan ve Endonezya bağımsızlıklarını elde etmiş, Çin büyük bir devrim ile ileri doğru büyük bir sıçrayış gerçekleştirmişti. Hindistan ve Endonezya’nın ulusal kurtuluş mücadelelerine milliyetçi sınıflar önderlik etmiş Çin ise komünistlerin liderliğindeki bir köylü devrimi ile bağımsızlığına kavuşmuştu. Cezayir’de de millici sınıflar ve özlemler vardı. Ancak FLN’nin çıkışına kadar bir varlık gösterememişlerdi. FLN 1 Kasım 1954’te art arda patlayan bombalarla kuruluşunu ilan edecekti. Kurtuluş Gandi’nin yaptığı gibi sivil itaatsizliği benimseyerek, şiddeti reddederek gelmeyecekti. FLN kendinden önceki tüm mücadeleleri yok sayıyor ve başlangıca kendini koyuyordu. Bu ulusal devrimin başlangıcı, miladı, sıfır noktasıydı.
Ulusal kurtuluşçular için şiddet dışında bir ifade aracı kalmamıştı. Bir Fransız yerleşimcinin oyu dokuz Müslümanınkine eşitti. Ulusal Meclis göstermelik bir tiyatrodan ibaretti sadece. Yerli halkların siyasal ve ekonomik hiçbir gücü yoktu. Azınlık yerleşimci nüfus tüm kaynaklara el koymuştu. Yerli halkların kültürü küçümseniyor, ekonomik artık yerleşimcilerde birikiyordu. Ülke tam bir işgal altındaydı. Hâkimiyet Fransız ordusu tarafından, özel kuvvetler eliyle yürütülüyor, devam ettiriliyordu. En küçük direniş, itiraz sert biçimde bastırılıyordu. Yerlilerin kültürü küçümseniyor, inançları aşağılanıyor ve hor görülüyordu. Yerlilerin dışlanması olağanlaştırılmıştı. Gelenekleri küçümseniyordu. Fransız solu da bu durumu içselleştirmişti. Bütün partiler sağı ile solu, liberali ile komünisti Cezayir meselesinde aynı düşünüyordu. Kendilerini ırkçılıkla malul saymıyorlar, özgür Fransızlar olarak görüyorlardı. Irkçı politikaları devam ettirmek konusunda tam bir mutabakat halindeydiler. Bu durum Cezayir’in bağımsızlığına kavuşacağı 1962 yılına kadar devam edecekti.
Fanon FLN’nin başlattığı mücadeleden çok kısa bir süre önce Cezayir’e gelmişti. Fransa’da iş imkânlarının kalmadığını anlayınca gazetede gördüğü ilan üzerine başvuruda bulunmuş ve kabul edilmişti. Çalışacağı hastane Blida kentine birkaç mil başkent Cezayir’e ise 20 mil uzaklıktaydı. Fanon Cezayir’e mesleğini yapmak ve ilerletmek maksadıyla gelmişti. Öncesinde Cezayir gerçeğine ilişkin çok fazla şey bilmiyordu. Psikiyatr olarak ‘sosyal terapi’ye inanıyor ve hastalarını her şeyden önce insan olarak görüyordu. FLN gerillalarının başlattığı silahlı mücadele Fanon’un hayatını baştan aşağı değiştirecekti. Fanon Zenciliğini fark eden ve seven ilk kuşaktan farklı biriydi. Öncüsü Cesaire gibi değildi. İlk kuşak zencilik dışındaki her şeye kayıtsız kalıyordu. Zencilik onlar için bir yanda keşfedilmeyi bekleyen bir öz, bir tözdü. Dertleri bunun açığa çıkartılmasıydı. Fanon ise hep yeni başlangıçlara inanan ve insanı sabit bir öz ile tanımlamaktan uzak biriydi. O dünyadan kendini sorumlu sayan birleşik bir özneye inanıyordu. Cezayir onun için adeta bir laboratuvar olacaktı. Ülkeyi tanıdıkça, iç bölgelerini keşfettikçe, köylülerle irtibat kurdukça Cezayir Fanon için bir başlangıç yeri haline gelecekti.
Çalıştığı hastane büyüktü, hasta sayısı çok fazlaydı ve Fanon ruh hastalıkları ile ilgilenen tek doktordu. ‘Sosyal Terapi’ uygulamasını burada da devam ettirecekti. Hastaları çok çeşitliydi. Hastane ülkenin neredeyse bir minyatürüydü. Yerleşimci hastaları olduğu gibi yerli hastaları da vardı. Orduda, özel kuvvetlerde görevli hastaları da tedavi ediyordu, sahte kimlikle hastaneye girişi yapılan gerillalara da bakıyordu. Bu konularda tıp etiğine harfiyen uyuyor, hiçbir ayrım yapmıyordu. FLN ile ilk irtibatını hekim kimliği ile kuracaktı. Travma yaşayan, sorunları olan gerillalarla özel olarak ilgilenecekti. Bu konudaki samimiyeti, yaklaşımı dikkat çekecekti. FLN’nin mücadelesini başlatması ile birlikte Cezayir bir şiddet toplumuna dönüşmüştü. Öncesinde de sömürgeci ilişkiler ancak şiddet sayesinde ayakta duruyordu. Şiddetin yaygınlığı kimlikleri parçalıyor, kişilikleri travmatize ediyor ve tedaviye ihtiyacı olan insan sayısını sürekli olarak arttırıyordu.
Fransız yerleşimcilerin küçümsediği yerli kültürü Fanon için merak konusuydu. Bu kültürü tam anlamıyla tanımadan sorunların kaynağına inemeyeceğine inanıyordu. Müslüman kültürü anlaşılmadan, kabilelere ayrışmış toplum yapısı çözülmeden sağlıklı bir tedavi imkânı yoktu. Fanon bireysel psikoloji değil sosyal psikoloji yapıyordu. Bir antropolog titizliği içinde Kabiliye yapısını tanımaya çalışıyordu. Devrimci Fanon yoksul köylülüğün yıkıcı gücünü bu gözlemleri sonucunda fark edecekti. Gelenek gerilik değil Müslüman için zırh, bir kabuktu. Köylülük burjuva ilişkiler içine çekilememiş tek sınıftı. Şehirler sömürgeciliğin tam kontrol kurduğu yerlerdi. Kentlerdeki işçi sınıfı burjuvalaşmış ve özel imtiyazlar edinmişti. Bir tek lümpenler kentlerde bu ilişki ağının dışında kalmıştı. Fanon Cezayir deneyimi ile birlikte sömürgeci özneden sınıfsal özneye doğru bir yolculuğa çıkmıştı.