Freud’un ‘oidipus kompleksi’, Jung’un ‘kolektif bilinçdışı’ ve Adler’in ‘kişisel gelişim psikolojisi'nin muhatabı Zenci değildi. Bu çözümleme aletleri Zencinin durumunu anlaşılır kılmak için yetersizdi. Her biri Avrupalı Beyazı kerteriz almış ve anlayabilmek için kullanılmıştı. Zencinin psikopatolojisi bunlara indirgenemezdi. Sömürgeci ile karşılaştıktan sonra Zenci de özgün bir psikopatoloji ortaya çıkmıştı. Beyaz için işe yarayabilecek kavramsal aletler Zencinin ‘ruhsal aygıtı’nı tanımaktan uzaktı. Fanon Antillerdeki ‘her nevrozun, her anormal davranışın, her duygusal aşırı duyarlılığın kültürel durumun sonucu olduğunu’ söylüyordu. Beyaz da Nevrozların oluşumuna sebep olan aile yapılanması Antillerde kolektivite tarafından ikame edildiğinden bu türden psikopatolojilere rastlanılmıyordu. Kültür ise tümüyle Beyazlaştırılmıştı. Gazeteler, sinema, radyo ve okul kitapları kısaca her şey Beyazların kültürünü yayıyordu. Okul da talebelere Beyazlara has değerler öğretiliyordu. Tüm hayat Beyazlık etrafında düzenlenmişti. Öyle ki bir Zenci kendini bir Beyaz gibi görüyordu. Antillerde yaşayan bir Zencinin bu haliyle Zenciliğini fark edebilmesi mümkün değildi. Böyle bir tanınma imkânından yoksundu. Bunun farkına, ancak kendi ülkesinden dışarı çıktığında Beyazın ülkesine gittiğinde varabilirdi. Zenci Fransa’ya gittiğinde Beyazın bakışlarına maruz kalmaya başladığında aslında kim olduğunu fark edecekti. O Beyaz değil bir Zenci’ydi; başkaydı, ötekiydi, farklıydı.
Beyazın kendisine bakışlarını fark etmek Zenci’ye Zenci olduğunu hatırlatacaktı. Benim kim olduğuma karar veren başkasının bakışlarıydı. O bakışlar Ben’i sabitliyor ve istediğim şey olmama olanak tanımıyordu. Beyazın bakışı aslında tasarladığım 'Ben' olmadığımı yüzüme haykırıyordu. O nedenle farkına varışın ve tanınma için ilk adımların atıldığı yer sömürgecinin ülkesiydi. Yerlinin ülkesinde kültür tümüyle Beyazın egemenliğine girdiğinden Zencinin burada kendini 'tanıma' imkânları elinden alınmıştı. Eğitim için Beyazın ülkesine gittiğinde ‘farkı’nı anlıyor ve bir ‘başkası’ olduğunun bilincine ulaşıyordu. Bu karşılaşmadan herkesin sağlıklı çıkabildiğini de söyleyebilmek mümkün değildi. Eğer Beyazın ülkesinde Beyaz bakışlara maruz kalan Zencinin ‘ruhsal aygıtı’ dayanıksızsa Fanon’un dediği gibi ‘Ben’in çöktüğü’ de oluyordu. Antillerde böyle bir karşılaşmadan sağlam çıkmayı başaran ilk kişi Fanon’un öncüsü sayacağımız Aime Cesaire olacaktı. Cesaire 1939’da ülkesine döndüğünde Zenciliğini de yanında getirecekti.
Sartre’ın ‘Anti-semitizm: Yahudi Meselesi’ adlı yapıtından çok etkilenen Fanon, Yahudilerin durumu ile Zencilerin yaşadıkları arasında koşutluklar kuracaktı. Yahudi'nin kim ve nasıl biri olduğuna Yahudi'ler karar vermiyordu. Yahudilere dair oluşturulan imge de onlar tarafından oluşturulmuş değildi. Yahudilerle ilgili imge Avrupalı onları bir iç sömürge haline getirirken oluşturulmuştu. Hıristiyanlığın ‘ötekisi’ olarak bir Yahudi imgesine ihtiyaç duyulmuştu. Bu imge Yahudi’yi tüm kötülüklerin müsebbibi bir ‘günah keçisi’ yapmıştı. Aynı şey sömürgecilik başladıktan sonra ‘Zenci’ için gerçekleşmişti. Zenci Avrupalının kolektif bilinçdışısının kurucu unsuruydu. O da bir günah keçisiydi. Yahudi pintilik, paraya tamahkârlık ve vicdansızlıkla özdeşleştiriliyordu. Bu sayede Avrupalı kendini yüce gönüllü, etik sahibi ve soylu birisi sayıyordu. Sartre Yahudi’ye ilişkin tüm bu imgelerin Beyaz tarafından üretildiğini söylüyordu;’ kendisinden gizlemek istediği kabul edilemez görüntüyü ona yansıtan şey bizim gözlerimizdir. Onu iliklerine dek zehirleyen şey bizim sözlerimiz ve hareketlerimizdir-bütün sözlerimiz ve bütün hareketlerimiz, Yahudi düşmanlığımız, ama aynı zamanda burnu büyük liberalizmimiz; onu Yahudi olmayı seçmek zorunda bırakan biziz, ister kaçsın kendinden isterse kimliğine bütünüyle sahip çıksın, sahici olmama ya da sahicilik ikilemine iten biziz… ‘
Irkçılık ‘ötekini’, ‘başkasını’ üreten bir imge seferberliğiydi. Sömürgecinin gözlerinde başlayan ‘ırkçılık’ arkasına bilimi de alarak kendini meşrulaştırıyordu. ‘Ötekinin’ değersizliğinin, hiçliğinin mutlaka bir bilimsel açıklaması bulunuyordu. Bilim bu şekilde sömürgeciliğin hizmetine giriyordu. Sömürgecilik bir ‘zenci miti’ yaratıyordu. Bu mite göre Zenci bir türlü erginleşemiyor hep çocukluk aşamasında kalıyordu. Erginleşemediği için rasyonelleşemiyor ve aklını değil duygularını kullanıyordu. Birinin ona rasyonelliği öğretmesi, duygusallıktan uzaklaştırması ve ebeveynlik yapması gerekiyordu. Sömürgeci söylem de buna ‘medenileştirme’ deniliyordu. Yerli halkların kendi çabaları ile medenileşebilmeleri, modernleşebilmeleri mümkün değildi. Bu halklar ‘tarihsiz halklar’dı. Tarih yapabilme kabiliyetleri yoktu. Onlar başkası tarafından yazılan bir tarihin talebeleri olmakla yetinmeliydi. Veya onlardan birine yazdırılan tarih de Beyazın ihtiyaçlarına göre kurgulanmalıydı.
Zenci faillikten yoksun olduğu gibi Beyazın Cinsel alter egosuydu. Beyaz kendini medenileştirirken terbiye edemediği cinsel dürtülerini kolektif bilinçdışına süpürmüştü. Burası sömürgeci fanteziler için uygun bir mekândı. Bir çocuğa indirgenen Zenci diğer yanıyla her yanından Cinsellik yayan biriydi. Zencilik başlı başına bir cinsel dürtüden ibaretti. Beyaz bastırdığı tüm cinsel dürtülerini Zenciye yansıtmıştı. Beyazın cinsel dürtüleri medenileşmiş iken Zencininkiler hala dürtü aşamasındaydı. Bu nedenle kaba, ‘ilkel’ ve kendiliğindendi. Zenci ‘genital’ evreye sıkışmış kalmıştı. Zenci de tıpkı Yahudi gibi bir ‘günah keçisi’ydi. Kendi çirkinliklerimizin, kötülüklerimizin, iğrenç duygulanımlarımızın, bastırılmış arzularımızın yansıtılacağı bir projeksiyon aygıtıydı. Yüzleşmekten, bilince çıkarmaktan kaçındığımız her şeyi ona boca ediyorduk. Ayrıca bir haz kaynağıydı. Zencinin cinselliğini yaşarken ki dolaysızlığına, bedenini ritme serbetsçe bırakışına haset ediyorduk. Kendi kötü duygularımız için iyi bir yansıtıcıydı.
‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’ yapı-sökümcülüğün, post-kolonyal söylemin erken habercisi bir metin olarak görülmüştür. Bu konulara Fanon’un çağdaş etkilerini anlamaya sıra geldiğinde gireceğiz. Ancak, Fanon bu kuramlarla aynı ‘sorunları çalışmış’ ise de aynı ‘sonuçlara’ ulaşmamıştı. Fanon ne Özneyi dağıtmayı, onu bir fragman haline getirmeyi, travmasıyla baş başa bırakmayı kabullenmiş ne de Kurtuluşun imkansız, boş bir çaba olduğunu kabullenmişti. Bu kuramlara ilham olacak malzeme Fanon’da bulunmakla birlikte onun tüm çabası sömürge dünyasından bir Özne çıkarmaktı. Hegel, Marx, Sartre, Freud ve Lacan ile kurduğu diyalogları bu amaç için seferber etmişti. Birine karşı diğerini dolayımlayarak yeni bir Özne inşasına girişmişti.
Fanon’un Öznesinin kendinin farkına varabilmesi, kendi bilincini edinebilmesi için ‘en aşağılara kadar inmesi, en dipte ne olduğunu görmesi’ gerekiyordu. Bunun için sömürgeci fantezilerden kurtulması, ona kaptırdıklarını yeniden elde etmesi, kazanması zorunluydu. Cesaire Fransa’dan dönüşü sırasında yazdığı ‘Memlekete Dönüş Defteri’nde bu hislere tercüman olacaktı.
benim olsun danslarım
kötü zenci danslarım
benim olsun danslarım
boyunduruk kıran dansı
hapishane hoplatan dansı
zenci olmak-iyidir güzeldir-meşrudur dansı
benim olsun danslarım ve hoplasın güneş ellerimin raketlerinde…
Yeniden Hegel’e dönerek bitirelim: ’Kendi içine geri zorlanan bir bilinç olarak (köle), kendi içine dönecek ve kendisini hakikaten kendine yeten bir varlığa dönüştürecektir'.