Franz Fanon: Filozof-Psikiyatr-Devrimci

Hacı Hüseyin Kılınç

Franz Fanon kısa ömrüne bu sıfatların hepsini sığdırmayı bildi. Öldüğünde 36 yaşında idi. Daha ilk yapıtı ile dikkatleri çekmiş ve tüm ilgileri üzerine toplamıştı. ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’ yayınlandığında Fanon daha henüz 27 yaşındaydı. 1925 yılında Fransız sömürgesi Martinik’te doğan Fanon, ilk yapıtı ile başta Sartre olmak üzere Fransız düşüncesinin etkili isimlerinin dikkatlerini üzerinde toplamayı başarmıştı. Bir ilk yapıt olmasına karşılık getirdiği yorumlar özgün, ortaya koyduğu eleştiriler etkileyici ve sarsıcıydı. Çok erken yaşlarda bu türde etkili yapıtlar vermek istisnaidir ve örneğine sık rastlanılmaz.

Hegel ona haklı bir ün kazandıran Tinin Fenomenolojisi’ni yayınladığında 37 yaşındaydı. Kant eleştirel üçlemesini ortaya koyduğunda artık olgunluk çağına girmişti. Bu kadar erken bir şöhret Schelling’e nasip olmuş, ama o da bunu sürdürememişti. Hegel ve Hölderlin’den beş yaş küçük olmasına karşılık zirveye onlardan çok önce yerleşmişti. Ancak ömrünü silik biri olarak tamamladı. Hayatının sonuna geldiğinde tam bir gerici haline gelmişti. Nietzsche’de felsefi anlamda zirveye çok erken çıkmıştı. Daha 20’lerinin henüz başında iken Basel Üniversitesi onu filoloji profesörü ilan etmişti. Gözlerindeki aşırı bozukluk nedeniyle hocalık yapamayacağı anlaşıldığında üniversite tarihinde ilk defa onu emekliye ayırmış ve faaliyetlerini devam ettirmesi için mütevazı bir emekli aylığı bağlamıştı.

Verdiğimiz örnekler belki saçma bulunabilir. Çünkü bahsettiğimiz kişilerin her biri filozof olarak haklı bir ün edinmiştir. Kimi sistematik bir felsefe kurmuş kimi kurulanları yıkmaya soyunmuştur. Her biri yalnızca bir filozof hayatı sürdürmüş ve salt düşünce ile ilgilenmişlerdir. Eylemciliği felsefi bir etkinliğe indirgemişler ve dolaysız bir biçimde pratiğin içinde yer almamışlardır. Filozof statüsünde bir hayatı kendileri için yeterli saymışlardır. Zaten filozof imgesi de böyle oluşturulmuş, kurulmuştur. Filozof denilen kişi salt düşünce ile uğraşır ve kavramlarla çalışır. Pratik etkinlik başkalarının işidir. Anlaşılmaz olmak, güç anlaşılmak filozofluğun şanındandır. Özellikle Almanlar için bu daha bir böyledir. Hâlbuki bunun Alman özgünlüğünün yarattığı bir durum olduğu üzerine düşünülmez. Bir statüler toplumunda filozofun fikirlerini sunabileceği bir kamuoyu bile daha henüz oluşmamıştır. Olan da oldukça sınırlıdır. Ya meslektaşlarından ya da öğrencilerinden ibarettir. Bu nedenle filozofun dili de soyut ve kapalıdır.

Fransızlar eylemcilikleri ile bunu aşmaya yeltenmiş ve fikirleri popülerleştirme konusunda çok daha başarılı olmuşlardır. Fransız filozofları bir yanlarıyla iyi birer edebiyatçıdır. Edebiyatın dilini ustalıkla kullanarak çok daha geniş çevrelere seslenmişlerdir. Örneğin Descartes anlaşılır ve sadedir. Ansiklopedistler hiç karmaşık değillerdir. Çünkü felsefe edebiyatın içinden doğmuş ve gelişmiştir. Örneğin Sartre yalnızca bir filozof değil aynı zamanda edebiyatın tüm alanlarında etkinlik yürütmüş biridir. Filozoftur, romancıdır, denemecidir, tiyatro oyunları yazmıştır, edebiyat incelemeleri hazırlamıştır ve tereddütsüz bir eylemcidir. Alman filozoflarının aksine bir tipleme ile karşı karşıyayız. Düşüncenin her alanında etkinlik yürüten ve yeri geldiğinde eylemden uzak durmayan bir tipoloji. Almanlar ise tam tersi. Düşüncenin soyutluğundan asla ödün vermeyen ve etkinliğini basitleştirmekten ısrarla uzak duran bir gelenekten söz ediyoruz.

Bu imgeye ilk saldırıyı Marx başlatmıştı. Kendinden önceki tüm felsefi etkinliği dünyayı sadece yorumlamakla yetindiği için küçümsemişti. Felsefe canlı hayata uzak, soyut ve anlaşılmazdı. Kapalı dünyasına herkesin girebilmesi mümkün değildi. Fikirleri lüzumundan fazla ciddiye alıyorlardı. Karşılıkları konusunda bir ısrarları yoktu. Aslında bu durum Alman orijinalitesinin sonucuydu. Fikirleri maddi bir güce dönüştürecek olan kuvvetlerin henüz tarih sahnesine çıkmadığı bir yerde fikirler kendi üzerine kapanır ve soyutlaşır. Fikirler onları hayata geçirecek kuvvetler ile buluşmaya başladığında ise felsefe gerçek silahına kavuşmuş olur. Kapalı dünyasından çıkar ve kavram maddesi ile buluşur. Marx felsefenin öznesinin tarih sahnesine çıkmaya başladığını gördüğünden filozoflara yepyeni bir çağrı çıkarmıştı. Artık dünyayı salt izlemekle yetinmemeli ve değiştirme faaliyetinin içine tam boy girilmeliydi.

Bu çıkış aslında felsefeyi gözden düşüren bir çıkıştı. Felsefi etkinlik artık tamamlanmış ve söylenecek her şey söylenilmişti. İş felsefenin vaadini hayata geçirmeye kalmıştı. Bu vaat özne ile nesne arasındaki yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, ayrılığın giderilmesi ile ilgiliydi. Öznenin öz bilincini edinebilmesi için kendi dışına çıkması ve nesnesini tanıması gerekliydi. Tanımakla da yetinmemeli nesneyi kendini tanımaya zorlamalıydı. Tanınma ise tarafların aralarında gerçekleşen bir sulh ile gerçekleşemezdi. Bu ancak ölümüne bir kavga ile mümkün olabilirdi. Hegelci terminolojiye göre ancak ölümü göze alabilen yani biyolojik varoluşundan vazgeçmesini kabullenen bu savaştan galip ayrılabilirdi. Marx, Hegel’in fenomenolojisinde efendi ile köle arasında kurduğu diyalektiği dönüştürmüş ve komünizm ufkuna çekmişti.

Fanon’un filozofluğu tam burada başlıyordu. ‘Beyaz Deri Siyah Maskeler’de Fanon bu diyalektiğe bir kez daha müdahale edecek, dönüştürecekti. Hegel’in efendi-köle ilişkisini Fanon olduğu gibi kabul etmez. Fanon efendiyi beyaza köleyi ise siyaha dönüştürür. Aralarındaki ilişki derilerinin renginden kaynaklanmıştır. Beyazlar için tüm siyahlar birer köledir.

Hegelci ‘tanınma’ isteği Fanon düşüncesinde merkezi bir temadır. Hegel kavramı nereden edindiği konusunda bir açıklama yapmaz. Bilincin aşamalarını, biçimlerini incelerken karşısına çıkar. Hegel Fenomenolojisi’nde insanlık tarihini bilinçlerin sergilenişi diğer bir ifade ile koyuluşu üzerinden inceler. Meseleyi ele alırken somut bir bağlamdan söz etmez. Sorun genelliği içinde ele alınır. Bilincin dinsel biçimlerine henüz geçilmeden işlenir. Hegel ’de tıpkı Nietzsche gibi Hıristiyanlığı köleci bilinçle bağlantılandırır. Hıristiyanlık hem efendiyi hem de köleyi aynı statüde yani kölelikte buluşturur. Efendi efendiliğinden Tanrı sevgisi adına vazgeçerken köle de öteki dünyada kazanacağı ödül adına köleliği bir yazgı gibi kabullenir.

Hegel için nihai uğrak Mutlak bilgiydi. Bu ise felsefi bilgiden başka bir şey değildir. Bilinç, ancak tarihi kat edip kendini tanıdığında Mutlak bilgi haline gelecekti. Eski Yunan, Roma, Hristiyanlık ve Ortaçağ, Reformasyon ve özellikle Protestanlık bilincin aşamalarını veriyordu. Dinin Reformasyon ile kalplere ilticası Protestanlık ile doruk noktasına ulaşacaktı. Ama dinin kalplere çekilmesi bilincin kendini ‘tanımasına’ yetmiyordu. Öz bilinç dinin dolayımı ile değil gerçek bir bilim ile edinilebilirdi. Kastettiği bilim ise bildiğimiz bilim değildi. Felsefede doruk noktasına ulaşmış bir bilimi kastediyordu Hegel. Tüm bilimleri şemsiyesi altına almış bir bilim. Modernliğin getirdiği parçalanmayı, dağılmayı ancak böyle bir bilim bütünleştirebilirdi. Mutlakın bilgisine ulaşmış bir bilim. Tarihte yol alırken farklı biçim ve kılıklara girmiş bilinç Devrim ile birlikte kendini tanıyacak demek öz bilinç haline gelecekti.

Fanon bu ilişkiyi sömürgeler bağlamına aktardı. Dönüştürdü derken kastettiğimiz budur. Efendi köle ilişkisi Fanon da sömürgeci bir bağlama kavuşur. Efendi artık sömürgeci güçler yani emperyalistlerdir. Köleler ise sömürgecilik altında kişiliklerini kaybederek artık bir köle statüsüne düşürülmüş olan sömürgeci halklardır. Fanon’un tüm özgün yorumu bu bağlamdan üretilmiştir. Bu bağlamda köle efendiden kurtulmak değil efendiye benzemek ister. Hegel’in tanınma ilişkisinde olduğu gibi köle emeği ile yani çalışması ile kendine ait bir bilinç edinerek efendiden bağımsızlaşmaz. Sömürgecilik altındaki köle ayrı bir bilinç edinerek efendiden talep etmez bilakis ona benzemek, onun gibi olmak ister. Fanon bundan çıkmanın, kurtulmanın yollarını araştırır. Hegelci yorumu olduğu gibi devralmaz. İlişkiye müdahale eder ve yeni bir yorum ekler.