Sömürgeci dünyaya hâkim olan mantık maniciydi. Bu dünya görüşü olguları, meseleleri ak ve kara şeklinde değerlendiriyordu. Manicilik dünyayı mutlak biçimde ikiye bölüyor, sömürgeci ile yerliyi aynı dünya görüşü etrafında buluşturuyordu. Sömürgeci ile yerli arasındaki ilişkiye şiddet hakimdi. Sömürgecinin sömürge dünyasındaki varlığının en açık işaretleri karakollar, askeri karargâhlar, hapishaneler ve işkence merkezleriydi. Aradaki ilişki dolaysız zor, baskı ve çıplak şiddet üzerinden kuruluyordu. Yerli açısından şiddet içselleşmiyordu. Sömürgeciliğin şiddeti yerliye dışarıdan dayatılıyordu. Şiddet ilhak, işgal ve fethin zorunlu bir sonucuydu. Hâkimiyet ilişkisi dışsal olarak dayatıldığından dolayı varlığını sürdürmesi kendini her an görünür kılmasına bağlıydı. Sömürgeci şiddet karşısında yerli, saldırganlık dürtülerini bastırmış, kendine yöneltmişti. Çok sık kabile kavgaları yaşanılıyor, suç oranlarında patlamalar gerçekleşiyordu. Kan davaları, töre cinayetleri, aşiret kavgaları eksik olmuyordu. Umutsuzluk ve boş vermişlik içindeki yerli, kaderciliği kabullenirken şiddeti kendi içine doğru çekiyordu.
Fanon bu durumu ‘kas gerginliği’ ile açıklayacaktı. Saldırganlık dürtülerinin bastırılması ‘kas spazmlarına’ yol açıyordu. Büyü, dans ve bir takım ritüeller ile aşırı yüklenmiş libidonun enerjisi sağaltılıyor, saldırganlık dürtüleri boşaltılıyordu. Bastırılmış duygular böylece yatıştırılıyordu. Freud saldırganlık dürtüsünün bastırılmasını babayla karşılaşmaya bağlamıştı. Oidipus kompleksi sırasında baba çocuğun karşısına bir hasım olarak dikiliyordu. Haz kaynağı olan anne ile bütünleşmenin önündeki engeldi. Anneden ayrılık çocuğun babayı tanıması ile gerçekleşiyordu. Çocuk baba sayesinde saldırganlık dürtülerini bastırmayı öğreniyor ve otorite olarak içselleştiriyordu. Bu evrenin sona ermesi ile Ego oluşumu ilerliyor ve çocuk süper ego ile tanışıyordu. Süper ego ise ahlak, norm ve kurallardı. Fanon yerlide oidipus kompleksinin olmadığını, böyle bir evreden geçmediğini söylemişti. Bu evreyi yaşamayan ve dolayısıyla saldırgan dürtülerini babaya yöneltemeyen yerli, bu dürtüleri bastırmayı kolektif olarak deneyimliyordu. Dans ve büyü bunun en önemli araçlarıydı. Kontrolsüz kaldığında ise kan davaları, kabile kavgaları olarak kendini gösteriyordu.
Fanon için şiddet yerli açısından bir rehabilitasyon aracıydı. Yerli, ancak şiddet ile kendini sağaltabilirdi. Yerli bastırdığı saldırganlık dürtülerini sömürgeciye yöneltmeye başladığı anda kişiliğini kazanacaktı. O aslında hep bunu hayal etmişti. Rüyalarını, hayallerini hep bu istek süslemişti. Ancak hep bastırmış, hedeften saptırmış ve başka orjilere yansıtmıştı. Sömürgeciye yönelik şiddet ile kendini bulacak, bastırmayı telafi edecek ve gerçek bir doyuma ulaşacaktı. Maniciliğin izin vermediği, engellediği doyuma, şiddet aracılık edecekti. Fanon şiddeti kurtuluş mücadelesinin başlangıcına koyuyordu. Kardeşler topluluğunu yaratan ve bir arada tutan şiddetti. Şiddet döngüsüne dahil olmayan, zincirin bir parçası haline gelmeyen topluluğa dahil edilmiyordu. Güvenilirliğin ölçüsünü şiddet sağlıyordu. Dekolonizasyonu başlatan şiddetti.
Şiddet kavramlaştırması ile Fanon’un Hegel’e yeniden döndüğünü, ama bu kez uzlaşmak üzere döndüğünü söyleyeceğiz. Hegel kölenin efendi ile olan mücadelesinde ölümü göze alamadığı için köle olarak kaldığını söylemişti. Köle ölümden korkmuş, saldırganlık dürtülerini bastırmış ve efendinin boyunduruğuna girmişti. Şimdi yerli, şiddet dolayımı ile sömürgeciye ölümü göze aldığını ve ölümden korkmadığını haykırıyordu. Efendi ile köle arasındaki mücadele bir onur, haysiyet ve prestij mücadelesiydi. Doğal ihtiyaçların karşılanması için yürütülen bir mücadele değildi. Fanon da yerlinin ihtiyacı olan şeyin ekmek değil onur olduğunu söyleyecekti. Fanon’a göre sömürge dünyasında yerli açısından onuru kazanmanın yegâne yolu şiddetten geçiyordu. Ancak, şiddet sayesinde kendi gözünde kaybettiği prestijini yeniden kazanabilirdi.
Çünkü yerli şiddet karşısında geri adım attığı, verilmesi gerekli cevabı vermekten kaçındığı için haysiyetini yitirmişti. Sömürgecinin şiddetine yanıt veremediği için eşi, çocukları, yakınları ve tanıdıkları karşısında küçük düşürülmüştü. Kurtuluş mücadelesi öncesinde bu tip küçük düşürülmelere karşı verilen cevaplar halkın belleğinde yer tutsa da lokal kalıyor ve genelleşemiyordu. Halk sömürgeci şiddete boyun eğmeyen asilere, isyancılara, eşkıya sayılanlara her zaman sempati beslemişti. Destanlara, şarkılara konu edilmelerinin nedeni bu özellikleriydi. Halk bu figürleri bilincinde her zaman canlı tutmuştu. Ama dekolonizasyon ile birlikte halk kendini lider düzeyine yükseltiyor, kurtarıcı olarak kendini görmeye başlıyordu. Öncekiler bireysel kurtarıcılardı, şimdi bir halk her hangi bir kurtarıcıya ihtiyacı olmaksızın kendi kendini kurtarmaya karar vermişti. Şimdi ilk kurşun, ilk bıçak darbesi ile yerlinin dünyasında her şey yeniden başlıyordu.
Fanon’cu şiddet kişiyi öz bilince ulaştırıyor, topluluğu halk haline getiriyordu. Ortak dava, kader birliği, kolektif tarih bu dolayımla ortaya çıkıyordu. Fanon şiddete bu aşamada özel bir misyon yüklüyordu. Sömürgeciliğin kuruluşu şiddet aracılığıyla gerçekleştiğinden ulusal kurtuluşa giden yol doğal olarak şiddetten geçiyordu. Sömürgeci dünyada şiddet zorunlu bir diyalektik hareketti. Maniciliğin diyalektik karşıtı mantığından çıkabilmek için zorunlu bir dolayımdı. Çünkü manicilik Aristotelesçi bir mantığa yaslanıyordu. Ak ve karanın olduğu bir yerde diyalektik hareketten bahsedilemez. Çünkü Aristotelesçi mantık önermelerin kendi içinden bir devinime izin vermez. Geçişler keyfi, dayanaksız ve hareketsizdir. Şiddet ile Varlık kendini olumsuzluyordu. Kendini olumsuzlamakla yetinmiyor ötekini de olumsuzluyordu. Olumsuzlama gerçek bir olumsuzlamaydı, çünkü şiddet yüklüydü. Böylelikle Fanon diyalektiğinde hakkını veriyordu.
Özne, şiddet aracılığıyla kendini tanıdıktan ve öz bilincine ulaştıktan sonra artık şiddet bir zorunluluk olmaktan çıkabilirdi. Şiddet ilk hareket, başlangıç için zorunlu bir uğraktı. Fanon bu nedenle bir ‘şiddet filozofu’ sayılmış olsa da bu değerlendirme haksızdır. Fanon için şiddet ezeli ve ebedi bir kategori değildi. Başlangıç yapılıp, kuruluş gerçekleştikten sonra inşa için başka kavramlara, değerlendirmelere ihtiyaç olacaktı. Bu kısma geldiğinde Fanon sınıfsal analizlere girişir. Devrim hangi sınıflara yaslanacak, hangi sınıfları karşısına alacak, ulusal önderlikler nelere dikkat edecek ve sömürgeciliğin yeni-sömürgeciliğe dönüşmemesi için nelerden kaçınılacak? Fanon için dekolonizasyon, hâkimiyetin sömürgecilerden yerli milliyetçi sınıflara geçmesi anlamına gelmiyordu. Dekolonizasyon yabancılaşmayı sonlandırmalı, insanın özgürleşmesini hedeflemeli ve ulusal kaynakları halk sınıflarına aktarmalıydı. Kurtuluş mücadelesinin önderliği milliyetçi sınıflara bırakılmamalıydı. Çünkü bu sınıfların amacı gerçek bir kurtuluş değildi. Sömürgecileri kovarak onların bıraktığı iktidarı devralmak istiyorlardı. Kuracakları düzen bir sömürü düzeni olacaktı ve kovdukları sömürgeciler iktisadi bağımlılık sona ermediği için geri dönecekti. Fanon dekolonizasyonun, teorisyeni olmakla yetinmeyecek, postkolanyal dünyanın da ilk eleştirmeni olacaktı.