Arap Baharı olarak bilinen isyanlar Arap toplumundaki toplumsal enerjiyi açığa çıkarmıştı. İnişli çıkışlı bir seyir izlese ve geçmişte kalmış izlenimi bırakmış olsa da gelecekte ne olacağını şimdiden kestirmek zor. Arap Baharı uzun zamandır iktidarda olan diktatörlükleri yıktı, ancak yerine demokratik rejimler getiremedi. İsyanlar Müslüman Kardeşler vizyonunu aşan güçlü toplumsal dinamiklere sahipti. Ancak Baascılığın tarihsel ömrünü tamamladığı, sosyalizmin güçlü bir seçenek oluşturamadığı koşullarda toplumun içindeki en örgütlü yapıyı oluşturan Müslüman Kardeşlere gün doğmuştu. İsyanlara işçi sınıfı katılımının yüksekliğine ve özellikle hareketin ileri doğru itilmesinde genel grevler etkili olmasına rağmen demokratik seçenekler cılız kalmıştı. Baascılığın yaşadığı kriz Ortadoğu'da Müslüman Kardeşler örgütünün önünü açmıştı. Kalkınmacı devletlerin yaşadığı kriz karşısında toplumdaki örgütlülükleri ile ezilenlerin günlük ihtiyaçlarına yanıt vermişlerdi. Kalkınmacı devletler birer rantiye devlet haline gelirken açığa çıkan alanı güçlü kurumlaşmaları ile onlar doldurmuştu.
Geçmişi çok eskilere dayalı ve Mısır merkezli bu yapının diğer ülkelerde de kolları vardı. Mısır ve Tunus'da isyanların yarattığı koşullardan yararlanarak iktidar oldular. İktidar olduktan sonra ajandalarında gizledikleri politikaları teker teker hayata geçirmeye başladılar. Neoliberalizmin bu ülkelerde yarattığı tahribatları hafifletmek yerine devlet imkanları ile toplumu İslamileştirmeye öncelik verdiler. Neoliberal politikalar nedeniyle yoksullaşan, gelir dağılımı bozulan, günlük hayatlarını sürdürmekte bile zorlanan kitlelerin bu sorunlarını çözmeye yönelmek yerine onları kafalarındaki şemaya uymaya zorluyorlardı. Anayasa değişiklikleri ile rejimlerini kalıcılaştırmayı hedefliyorlardı. Laik-sosyal bir devlet özlemi ile diktatörlerine ayaklanan kitleler hayal kırıklığı yaşamaya başlamıştı. İsyan amaçlarına ulaşamamıştı, ancak sönümlenmemişti de. Bu defa Müslüman Kardeşlerin topluma giydirmeye çalıştığı deli gömleğini yıkmaya yöneldiler. Bunda da başarılı oldular, ama yerine ne koyacaklarını bilemiyorlardı. Kitlelerin ne istediğini tam olarak bilemediği bu koşullarda ordu gibi geleneksel kurumlar kendilerini toparlayarak yeni despotları iktidara taşıdı. Mısır uzun süredir ordunun kendi içinden çıkardığı bir tür Bonapart olan Sisi tarafından yönetiliyor. Tunus'da daha ihtiyatlı davranan El Nahda'da iktidar olduktan sonra çoğulcu bir rejimi kabul ettiğini açıkça ilan etmiş olmasına rağmen o da kendi toplum tasarımını dayatmaya başladı. Ordunun desteğini ardına alan Cumhurbaşkanın saray içi darbesi ile iktidardan uzaklaştırıldılar. Tunus şimdi silahlı kuvvetlerin desteğini almış laik bir despot tarafından yönetiliyor.
Arap Baharı Müslüman Kardeşlerle aynı siyasal çizgideki tüm siyasal yapıların iştahını kabartmıştı. Vahabi Suud ailesi ile Birleşik Arap Emirlikleri gelişmelerden rahatsızlık duyarken körfezdeki hasımları Katar ile Türkiye bu yapılara destekliyordu. Katar'ın desteği daha çok parasal iken Türkiye muhataplarını politik olarak yönlendiriyordu. Mısır ve Tunus'ta yaşanan gelişmeler bir Müslüman enternasyonali sayabileceğimiz Müslüman Kardeşleri büyük bir krizin içine sürükledi. Suriye'de yaşanılanlar ise tam bir hayal kırıklığıydı. Bu yapının içinden çıkmış kollar daha da selefileşti ve en sonunda İŞİD denilen yapıyı doğurdular. İşid, İslamcılığın umutsuzluk ve nefretten nihilizme savrulmasını temsil ediyor. Geç modernlik koşullarında siyasal İslamcılığın artık politik vizyondan yoksunluğunun tescilliyor. Aşağılandığı, horlandığını hissettiği Batı'nın emperyal gücü karşısında kör bir nefretle davranıyor. Şiddet politik bağlamından, hedeflerinden uzaklaşmış ritüele, kıyıcı bir estetiğe, seyirliğe gelip dayanmıştır. Şiddetten medet ummakta, ,insanlığı sürüklediği dehşetten keyif almakta ve politik zemini tahrip etmektedir. Batı'nın getto yaşamının hayatın dışına savurduğu gençleri bir mıknatıs gibi kendine çekmekte ise de kurtuluşlarına ilişkin kendini imha dışında bir seçenek sunamamaktadır.
Arap Baharı'nın İŞİD gibi bir fenomeni doğurmuş olması Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen Hamas'ı yalnızlaştırmıştı. Bir dönem Müslüman Kardeşleri ve onun bölgedeki kollarını Katar ve Türkiye gibi ülkeler örgütten ellerini çekmeye başladı. Bölgesel hegemonya heveslerini realize edebilmek için desteklemişler, fakat gelişmeler umdukları gibi olmamıştı. Mısır yeniden bir despotun hükümranlığı altına girmiş, Esad Arap Birliği'ne davet edilmişti. Bu işten en kazançlı çıkan ülkeler İsrail ile Suudilerdi. Dış politikasını ideolojik bir hatta çeken ve Müslüman Kardeşler'in hamiliğini üstlenen Türkiye yeni dönemde ilişkilerini normalleştirmek istiyordu. Hamas liderliği Türkiye'den ayrılmış Katar'a gitmişti. Hamas'ın siyasi liderliğinin altındaki halının çekilmiş olması örgüt üzerindeki kontrolün askeri kanada doğru kaymasına yol açtı. Son gelişmeler Aksa Tufanı operasyonuna tümüyle askeri liderliğin karar verdiğini gösteriyor.
Hamas kendisini on yıllarca destekleyen hamilerinden yoksun kalmıştı. Bir dönem Şam'da ikamet etmişler ve Esad tarafından desteklenmişlerdi. Ancak Suriye kolunun rejime karşı ayaklanmaya katılmasıyla Esad, Hamas'ı Şam'dan uzaklaştırdı. Türkiye televizyon kurulması dahil el altından her türlü desteği verdiği, barınma imkanları sunduğu Hamas liderliğini normalleşme gerekçesiyle göndermişti. Hamas'ın siyasi liderliği dönüp dolaşıp asıl hamileri Katar'a sığınmak zorunda kaldı. Hamas'ın uluslararası desteği zayıflarken İsrail özellikle Trump döneminde Filistinlilere karşı daha saldırgan bir politika izlemeye başladı. Trump'ın damadı bir yahudiydi ve Trump onu bölgeye özel temsilcisi olarak gönderdi. Kudüs, İsrail'in başkenti olarak tanındı. Tel Aviv'deki ABD Büyükelçiliği Kudüs'e taşındı. ABD himayesinde yapılan Abraham anlaşmaları ile İsrail geleneksel düşmanı olan Arap ülkeleri ile ilişkilerini yumuşatmaya başladı. Mısır ile ilişkiler 70'lerde düzelmeye başlamıştı. Suudiler ve BAE'nin dahil olduğu bu süreç nihai evresine yaklaşmıştı. Katar ile de aynı yola girilmiş, Erdoğan karşılıklı ziyaretlerden bahseder olmuştu. Dar bir kıyı şeridinde, dışarıdan gelen yardımlara bağımlı yaşayan Gazze halkı ve temsilcisi Hamas açısından bu gelişmeler hayra alamet değildi. Çünkü Hamas'a yönelik baskılar artma emaresi göstermeye başlamıştı.
Arap rejimleri açısından Filistin meselesini sahiplenmek sadece bir propaganda aracıydı. Arap birliğine yönelik tek samimi girişim Nasır tarafından başlatılmış, Mısır ile Suriye tek devlet olarak birleşmişti. Ancak, İsrail'in 67 ve 73 savaşlarındaki askeri zaferleri bu tür girişimleri de boşa çıkardı. Arap Birliği reel bir girişim değil bölgesel hegemon olmanın bir aracıydı. Araplar arasındaki çıkar farklılıkları böyle bir girişimin önündeki en önemli engeldi. Ancak içeride halklarının onayını almaları için Filistin davasını sahipleniyormuş gibi yapmaları gerekiyordu. Yoksa Filistin halkının yaşadığı kan, gözyaşı, acı ve dram hiçbirinin umurunda değildi. Bugün Filistin davasını sözde sahiplenen iki ülke bulunuyor; İran ve Suriye. Onlar için bile Filistin davasını samimi bir dayanışmanın, enternasyonal bir politikanın konusu olmayıp bölgesel stratejinin bir avadanlığıdır.