Felsefenin dert edindiği meseleler çağlar boyunca değişmedi. Böyle olmasaydı binlerce yıl öncesinin metinlerine dönüp kulak vermezdik. Kalıcı izler bırakmış filozoflar bizim çağdaşımızdır. Bilimdeki ilerleme öngörülerini geçersiz kılmış olabilir, ama bu tümüyle yanlışlandıkları anlamına gelmez. Çünkü önemli filozofların bir bölümü bilimin uğraştığı konularlar ile de ilgileniyordu. Ama felsefenin uğraşı zamana dayanaklıdır. Eski Yunan’dan biriyle araya giren yüzlerce yıla karşılık aynı meseleleri dert edinebiliriz. Aynı sorunları çözmeye çalışabiliriz. Bu dayanıklılık felsefenin somut bir nesnesinin olmamasından ileri gelir. Bilimlerin ise somut nesneleri vardır. Bu nedenle alanları, sınırları önceden belirlenmiştir.
Felsefenin parladığı anlar vardır. Tıpkı Zweig’ın ‘Yıldızın Parladığı Anlar’ında olduğu gibi. Bu anlarda felsefenin sorduğu sorularda, uğraştığı meselelerde bir yenilenme gerçekleşir. Felsefenin yapılma biçiminde köklü değişimler gündeme gelir. Buna paradigmatik bir dönüşümde diyebiliriz. Artık felsefenin programı değişmiştir. Yapılma biçimi başta olmak üzere diğer alanlarla ilişkilerinde, dönemiyle bağlantılarında köklü yenilikler olmuştur. Filozoflarda bundan etkilenir ve filozof tipolojisinde de bir değişim yaşanır. Felsefenin parladığı ve sonrasına dair kalıcı izler bıraktığı anlar sınırlıdır. Elbette her dönemin felsefesi çağı üzerinde etkiler bırakmıştır. Biz burada yıldızın parladığı anlara dikkat kesiliyoruz.
Felsefenin yıldızının parladığı ilk an Eski Yunan’da zuhur etmişti. M.Ö beş ve üçüncü yüzyıllar arasında eski Yunan’da felsefe parlak bir doğum gerçekleştirdi. Doğanın araştırılması ile başlayan faaliyet insanın sorgulanmasına dönüşmüş ve buradan da hemen her şeye doğru ilerlemiştir. Felsefenin ortaya çıkması mitik düşünme biçimini önemli ölçüde geriletmişti. Çünkü felsefi sorgulama akılla yürütülen bir faaliyettir. Doğayı ve insanı araştırırken her şeyi aklın kıstaslarına tabi kılar. Eski Yunan felsefesini suyun altında kalmış kıtalara benzetebiliriz. Tekrar ortaya çıktıklarında muhteşem bir görüntü verirler. Eski Yunan bu anlamda tükenmez bir kaynaktır.
Eski Yunan felsefesi 9. ve 11.yüzyıllar arasına damga vuran İslam rönesansının en büyük kaynağıydı. Aristoteles bütün müslüman filozofların ustasıydı. Onun metinlerine ulaşmak bilgiyle uğraşan herkesin önceliği arasındaydı. Aradan binbeşyüz yıl geçmiş olmasına rağmen Aristoteles onların çağdaşı gibiydi. Büyük filozof tükenmez bir deryaydı. Akılcı düşüncenin egemenliği altına giren İslam bunu büyük ölçüde onunla tanışmaya borçluydu. Aristoteles bir yanıyla maddeci bir düşünür olduğu için idealist düşünmeye karşı bir pan zehirdi aslında. Ayrıca insanın bir zoonpolitikon olduğuna inanıyordu. Platon ise idealar kuramı ile dinsel düşünceye güçlü bir zemin hazırlıyordu. Yaşadığımız reel hayatın dışında bir idealar alemi vardı. Her şeyin kusursuzu, mükemmeli oraya aitti. Ruhun mekanıda orasıydı. Dünyadaki varoluşumuz bu nedenle geçici, faniydi. Bu nedenle teologlar için Platon talebesi Aristoteles’den daha çekiciydi.
Eski Yunan felsefesi kıta Avrupa’sına Endülüs üzerinden giriş yaptı. İbni Rüşd ve ondan etkilenmiş Musevi filozof İbn Meymun bu aktarım işini gerçekleştirdiler. Her ikisi de akılcıydılar. Her şeyi aklın imbiğinden geçiriyorlardı. Eski Yunan’ın yeniden doğumunda büyük rol oynadılar. Bu dönemin az ötesinde Rönesans varlığını hissettirecekti. Brunolar, Galileolar sonsuz bir evren düşüncesine inanıyorlardı. Bu evren madde ile doluydu. Madde ile dolu bu evrende idealizme kapılar sıkıca kapatılmıştı. Akılcılık asıl atılımını 17.yüzyılda gösterdi. Descartes, Leibniz ve Spinoza bu çağa damgalarını vurdular. Ayrıca matematik felsefe ile tekrardan biraraya geldi. Matematiksel soyutluk ile felsefi kavramsallık arasında yakın bağlar vardı.
Felsefenin yıldızının parladığı ikinci an Alman İdealizminin zuhuruyla oldu. Eski Yunan’dakinden çok daha kısa sürdü. Eski Yunan’daki Yunan uygarlığının en parlak dönemlerine karşılık gelmişti ve iki yüzyıl sürmüştü. Alman İdealizmi ise en fazla otuz kırk yıl sürebildi. Kant bir geçiş figürüydü. Rasyonel gelenek ile İngiliz duyumluluğu arasında kararsız bir yerde konumlanmıştı. Her hangi bir sistem kurmaktan ziyade her şeyin eleştirisini yapmıştı. Alman İdealizmi hem Kant’la hesaplaşmak hem de Fransız devriminin yol açtığı ‘olayla’ ilgilenmek zorundaydı. Buna birde Alman özgüllüğünü dahil etmek gerekiyor. Bu özgüllüğü konuşmadan anın nasıl ortaya çıktığını anlayamayız. Bölünmüş, diğer ulusların iktisaden ve siyaseten çok gerisinde kalmış bir ulusun felsefe alanında yaptığı şey inanılmazdı. Bunu Roma hukukunun imparatorluktan daha uzun soluklu olmasına benzetebiliriz. Köleci üretim ilişkilerini biçimselleştirmek için doğmuş bir hukuk kapitalizmle de uyum sağlayabilmişti. Bu kalıcılığı en iyi Marx çözümleyebilmişti.
Alman İdealizm Fichte ile başlayıp Schelling üzerinden Hegel’de zirvesine ulaştı. Burjuva özgürlüğü felsefesi ifadesini Alman idealizminde buldu. Fichte burjuva bireyi bir entite haline getirip ona tek bencilik adı altında mutlak özgürlüğünü sağlarken parlak biri olan Schelling Fransız devriminin geri çekilmesiyle birlikte ortaya çıkan programdan ilk çark eden olacaktı. Alman İdealizminin sistemleştirici filozofu Hegel’di. Programın bütün iniş ve çıkışlarını Hegel üzerinden takip etmek olanaklıdır. Diyalektik Hegel’in yönteminde yıkıcı bir girişime dönüşmüştü. Her şeyin olumsuzlanması olarak diyalektik düşüncede gerçekleşen bir devrimdi. Yaşlı Hegel’in ellerinde ise varolanın bir mazeretçisine dönüşecekti. Ama yine de Alman İdealizmi felsefe sahnesinde burjuva düşünüşünün en ileri kolu olarak yer alacaktı. Felsefe sahnesinde parlayan bir yıldız olmasını burjuva düşünüşünü felsefi bir programa dönüştürmesine borçluydu. Tıpkı Roma hukukunun düzenlediği üretim tarzını aşan bir güce sahip olması gibi Alman İdealizmi de özgürlüğü felsefi bir programa dönüştürebildiği için sınırlarını zorlayan bir imkana sahipti. Marx’ın bundan nasıl istifade ettiğini biliyoruz. Hemen saldırıya uğrayıp yok sayılmasını da programının hakim sınıfları ürkütmesine borçluydu.