Modern öznelliğin icadını kuşkusuz Descartes'a borçluyuz. Ondan önce 'ben' ya da 'cogito'nun olmadığını ve üzerine düşünülmediğini söylemiyoruz. Hatta kuşku konusunda yöntembilimsel açıdan Francis Bacon'ın daha ileri gittiğini de iddia edebiliriz. Descartes'ın ellerinde kuşkuculuk modern özneyi icat etmek için yeniden doğmuştur. Antik kuşkuculuk şüpheyi en uç sınırlarına kadar götürüyordu. Bizzat Descartes'ın kendisi kuşku yanlısı olanların işi o derece ileri götürdüklerini ve hatta kuşkuyu felsefi bir arayış olmaktan bile çıkardıklarını ve günlük yaşamın içine sokmak suretiyle kendilerini yönetmekte acze düştüklerini söylemişti. Kuşkuyu yok sayan ve kesin şeylerin varlığına inananlar ise kesinliğin duyulardan geldiğine güvendikleri için duyu verilerini temel aldılar.
Descartes'a göre felsefe sözcüğünden bilgeliği incelemeyi anlamak gereklidir. Bilgelikten ise yalnızca eylemlerimizdeki ölçülülük değil, yaşamımızı yönetmek, sağlığımıza dikkat etmek ve zanaatların yaratılması için gerekli olan nesnelerin tam bir bilgisine ulaşmak anlaşılmalıdır. Bilginin bu saydığımız özelliklerine ulaşabilmek için onların 'ilk nedenlerden' çıkarılması zorunludur. İlk nedenlere varabilmek için ise ilkelerden işe başlamak gerekir. İlk ilkelerin açık ve belirgin olması ve doğruluklarından asla şüpheye düşülmemesi şarttır. İlk ilkeler bilinmediği müddetçe diğer tüm nesneler bilinmemeli ve varlıklarından şüphe edilmelidir. İlk ilke her tür kuşkudan arındığında diğer şeylerin bilgisi tümden gelimler yoluyla rahatlıkla yapılabilecektir. Descartes'a göre filozof kabul edilen kişiyi felsefeyle uğraşan diğer kişilerden ayırt eden asıl özellik budur. Yani filozof ilk nedenlerle uğraşır ve onları bulmaya çalışır.
Buna töz denildiğini ve Descartes'ın yazı ve konuşmalarında böyle adlandırdığını biliyoruz. Töz başka bir şeye indirgenemeyen ve varoluşunu kendinden alan şey demek. Descartes için iki töz vardı; ilki ölümsüz ve sonsuz olan ruh diğeri ise beden. Ruh bedenden apayrı bir tözdür. Düşünceye inandığımız onun dışındaki her şeyi yok saydığımız; ne uzamı ne şekli ne bir yerde olmayı ve ne de bedene bu türden verilen şeylere ihtiyacımız olmadığını anladığımızda sadece düşündüğümüz için var olduğumuzu açıkça ayırt etmiş oluruz. Dolayısıyla ruhun işi olan düşünceden edindiğimiz kavram bedene ilişkin duyumlarımızdan önce gelir. Ayrıca duyumlar yanıltıcı ve aldatıcıdır. Descartes duyumların aldatıcılığı üzerine sayısız örnek verir. En bilineni rüyalardır. Rüyalarda tıplı ayık iken olduğu gibi duyumlar alırız ve tahayyüllerde bulunuruz. Halbuki tüm bunları ayık iken de yapmaktayımdır. O halde duyumların verdiği bilgiye güvenemeyiz. Daha rüya ile ayıklık arasındaki sorunsalı halletmiş değiliz.
Tekrar kuşkuya dönelim. Descartes felsefeyle uğraşmanın milletleri uygarlaştıracağını ve ruhları incelteceğini söyler. Felsefeyle uğraşmak milletleri farklılaştırır. Bir devlet için en büyük kazancın gerçek filozoflara sahip olmak olduğunu belirtir. Kişi eğer felsefeyle bizzat ilgilenemiyorsa uğraşanlarla bir arada olmalı ve onların ardı sıra gitmelidir. Felsefesiz yaşamak gözleri kapalı yaşamaya benzer. Descartes Platon gibi filozofların kral veya kralların filozof olmasını önermiyor. Filozoflara toplumları yönetme sorumluluğu da yüklemiyor. Descartes'ın bu tür iddiaları yoktur. O her defasında ülkesine, devletine olan bağlılığını bildirir. Yanlış anlaşılmaktan, kastını aşmaktan, düşüncelerinin yanlış anlaşılmasından tedirgin olur. Tanrı konusunda da yanlış anlaşılmamak için sürekli açıklamalarda bulunur. İlk önemli çalışması Dünya'yı yayınlamaktan son anda vazgeçer, çünkü benzer düşüncelere sahip biri olan Galilei Galileo sırf bu yüzden yakılmış ve idam edilmiştir. Descartes'ın Tanrısı sonsuzdur. Kuşkusuz bu imge Rönesans ile yaygınlaşmıştı. Rönesans felsefesi kainatı sonsuzluk olarak tasavvur ediyordu. Descartes'a göre Tanrı sonsuzluk ve yetkinlik demekti. Tanrı yetkinlik dediğimizde anlaşılması gereken tüm özelliklere haizdi; mükemmeldi, kusursuzdu ve sonsuzdu. İnsanın zihnine bu düşünceleri Tanrı yerleştirmişti. Zihnimde bu düşünceler olduğuna göre Tanrı'nın varlığı da tartışmasızdı. Nasıl varlığımı düşünüyor olabilmeme borçlu idi isem yetkinlik ve mükemmellik gibi şeyleri düşünebilmeyi de Tanrı'ya borçluydum. Bu çıkarım Tanrı'nın ispatına yönelik yepyeni bir düşünceydi. Teolojinin ispat biçimleri çok farklıydı. Teolojinin ispatlarına inanmadan ikna olabilmeniz mümkün değildi. Teslise, o zamanlar çok tartışma konusu olan aşai rabbani ritüeline inanmadan ikna olabilmeniz çok zordu. İsa'nın kanı ve bedenini sembolize eden bu ayin Katolik inancının temel ritüellerindendi. Skolastik felsefe inanca ikna edici bir malzeme sağlayabilmek için yüzyıllarca uğraşmıştı. Halbuki Descartes Tanrı'ya en küçük bir saygısızlığı aklından dahi geçirmeksizin felsefi bir gerekçe bulmaya çalışıyordu. Onun varlığını ispat için aklı dayanak alıyordu. Zihin mademki yetkinlik denilen bir kavrama sahip onu Tanrı'dan bağımsız düşünebilmek mümkün değildir. Çünkü aldanıp, yanılabilir olmak gibi vasıflara sahip olan insan kusursuz biri olamaz. Bu devrimin ne anlama geldiğinin detaylarına tekrar döneriz.
Descartes alçak gönüllü olsa da yaptığı şeyin bilincindeydi. Yöntem Üzerine Konuşmalar'ın en sonunda büyük bir tevazu içinde şunları söyler ' ... Ama bir başkasının yirmi yılda düşündüğü her şeyi kendilerine birkaç cümleyle anlatılır anlatılmaz bir günde öğrenebileceklerini sanan ve kavrayışlı ve ateşli oldukları ölçüde yanılgıya daha açık ve hakikate daha yeteneksiz olan bazı zihinlerin, bana ait olduklarını sandıkları ilkeler üzerine saçma sapan bir felsefe inşa etmeye kalkışmalarını ve sonucunun vebalinin de bana yüklenilmesini engellemek için bunu yapmayı özellikle istemedim. Çünkü tamamen bana ait olan görüşleri yeni diye savunacak değilim, kaldı ki kanıtları iyice irdelenirse, bunların aynı konular üzerinde sahip olunabilecek başka görüşlerden daha olağan dışı ve tuhaf görünmeyecek derecede yalın ve sağduyuya uygun bulunacaklarından eminim. ' İlk ilke yani 'düşünüyorum öyleyse varım' Descartes daha yirmi üç yaşında iken zihnine gelmişti. Koleji bitirmiş, Avrupa'yı amaçsızca avare avare dolaşırken, Bavyera Prensliği mezhep savaşlarıyla kavrulurken kaldığı pansiyonda sıcak bir sobanın karşısında ilk meditasyonlar gelmeye başlamıştı. Fransa'nın en ünlü Cizvit kolejinde sıkı bir teoloji ve skolastik eğitiminden geçmiş olan filozof öğrendiklerinin hiç birine inanamıyor, güvenemiyordu. Derin bir şüphe krizinin içine yuvarlanmıştı. O gün yorgunluktan bezmiş bir vaziyette kendinde odasından çıkacak gücü bulamadı. Sobanın verdiği sıcaklık onu saatler sürecek bir düşünce nöbetine sürükledi. İlk burada fark etti felsefesinin temeline yerleştireceği ilkeyi. Ancak o kadar sağlamcı ve kesinlikçiydi ki bu fikri açıklamak için yirmi yıl bekleyecekti. Bu arada birileri piyasaya çıkacak ve ilkeyi kendileri icat etmişler gibi davranacaktı. Filozof düşüncenin intihalinden rahatsız değildi canını sıkan anlaşılmamış olmasıydı. Tıpkı Nietzsche gibi ancak yüzyıl sonra anlaşılabileceğini söylemişti.
Notlar:1- Yine dağıldığının, saçıldığının ve kuşkudan uzaklaşıldığının farkındayım.
2-Hardt Deleuze ile ilgili kitabına alt başlık olarak 'felsefede bir çıraklık' demeyi tercih etmişti. Bu yazıların felsefeye hevesli, akademik bir eğitimden geçmemiş birinin hevesleri olarak analaşılmasını isterim.