İçinde yaşadığımız döneme yaygın biçimde post-truht denildiği de oluyor. Sözcük hakikat sonrası anlamına geliyor. Hakikatin yitirildiğini, gerçeklik duygusunun kaybolduğunu anlatmak için kullanılıyor. Periyodizasyon kaygısı güdenler bu dönemin liberal demokrasinin kriziyle başladığını bunun sonucunda dünyanın pek çok yerinde popülist liderlerin iktidara geldiğini ve bu liderlerin en önemli özelliklerinden birisinin de sürekli yalan söylemek olduğunu belirtiyorlar. Bu liderlerin bir diğer özelliğinin de tüm aracı kurumları ortadan kaldırmak, işlevsiz hale getirmek ve liderle ulusu arasında başka bir dolayıma ihtiyaç bulunmadığı bir ilişki biçim inşa etmek olduğu söyleniyor. Lider halk veya ulusun organik temsilcisidir. Onun ne düşündüğünü, nasıl duygulandığını, neyi arzu ettiğini lider şahsında cisimleştirmiştir. Görüldüğü gibi aklın, rasyonalitenin, düşünmenin geri plana itildiği toplumsal bilinçaltının liderde temsilini bulduğu bir ilişki biçimi söz konusu. Liderden ulusun toplumsal bilinçaltında yatanı, biricik ve otantik olanı bilinç düzeyine çıkarması ve politikaya dönüştürmesi bekleniyor.
Siyaset antik Yunan'da yaşamış sofistlerden beri algı manipülatörlüğü ile özdeşleştirildiğinden siyasetçinin yalan söylemesi kimseyi şaşırtmaz. Siyasetçi olmanın ontolojik yanlarından biri kabul edilir bu hususiyet. Usturuplu yalan söyleyemeyen, yalanı bir samimiyet jestine dönüştürmeyi başaramayan siyasetçinin karne notu zayıf olur. Burada anlatmaya çalışacağımız olağan dönemlerin retoriğine sızmış ' yalan ' olmayacak. Liberal demokrasilerin krizinin dışa vurumu, semptomu haline gelmiş artık kimseyi irkiltmediği gibi kanıksanmış, yönetim tekniğine dönüşmüş, liderle halkı arasındaki ilişkinin en belirtik ifadesi olan ' yalan ' üzerine konuşacağız.
Gerçeklerin icadı yada manipülasyonu faşizmin en önemli özelliklerinden birisidir. Faşizm bir devlet biçimi veya rejim tipi olarak ancak gerçekliğe ilişkin duyguyu ortadan kaldırdığı, kendi özel hakikat rejimini kurduğu ve çoğunluğu buna inandırdığı vakit başarılı olmuş demektir. Faşist propagandanın mucidi Goebbels'e atfedilen ' bir yalanın biteviye tekrarı onun gerçek olarak anlaşılmasının ön koşuludur ' lafı faşizm yalan ilişkisine dair en bilindik anekdottur. Ama burada anekdota sığınıp faşizm gerçeğini faş ettiğini, açığa çıkardığını düşünenler açısından bir yanılsama yok mu? Faşistlerle yalan arasındaki ilişki sahiden de dışsal bir ilişki midir, onlarda inançlı biçimde aynı yalana inanmakta olmasınlar? Bu sav sözün sahibi olan Goebbels'in kendi mahremiyetini en sansürsüz haliyle yansıttığı günlüklerinde Nazi propagandasına bir hakikatmiş gibi baktığını, icat ettikleri gerçeklikten neredeyse büyülendiklerini görürüz.
Bu paradoks ancak faşizmin dünyasına özel olarak eğilindiği taktirde anlaşılabilir. Çünkü bu dünya mitlerle düşünür ve davranır. Faşizm pratikleri özgül olarak uygulandıkları her yerde oraya özgü bir mitler evreni kurmuştur. Faşizm işte gerçeklikten kaçıp bu mitler dünyasına iltica eder. Bu mit Naziler için orta çağın Yahudilerden tümüyle arındırılmış, kapitalizmin egemen ilişki biçimi haline gelmediği kahramanlığın yani heroizmin yüceltildiği Aryen bir dünyaydı. Naziler var olandan tiksinirken kendilerini kahramanlaştırıp bu mitik dünyanın gerçekliği üzerinden yeni bir dünya inşa ediyorlardı. Bu dünyanın kahramanı ise Führer'di. Führerprinzip denilen anlayışın gereği olarak da ulus, halk kendisini Führer'i anlamaya adayacaktı. Mussolini için bu mitik dünya Roma İmparatorluğu'nun yeniden ihyası ile mümkün olacaktı. Führer'de, El Duçe'de mitler yeniden ruh kazanmıştı. Bu dünyaya akılla, düşünümsellikle vakıf olabilmek mümkün değildi. Ancak liderin ruhuyla özdeşleşilebildiği taktirde hakikat, gerçeklik anlaşılabilirdi.
Hitler'de, Mussolini'de, Franko'da, Salazar'da, Riviera'da, Evren'de söylediklerine, yaptıklarına sonuna kadar inanıyorlardı. Bugün geriye dönük olarak yalan söylediklerini, tam bir yalancı ve şarlatan olduklarını deşifre etmenin de hiçbir anlamı yok. Yaşadıkları dönemde milyonlarca insan da içtenlikle onlara inanıyordu. Geçmişi ihya edecekleri, mitleri yeniden canlandıracakları, kalıcı bir huzur ve refah getirecekleri düşünülüyordu. Bugüne kadar yalanın kurduğu bu egemenliğin nasıl inşa edildiği, hangi duygu ve dürtülerin buna izin verdiği üzerine çok fazla inceleme yapıldığı söylenemez. Sadece sonuçla ilgilenildi ve deşifrasyon yapıldı. Gerçi Hannah Arendt başta olmak üzere ' kötülüğün sıradanlığı ' , Nazilerin özel psikolojisi, ' faşizmin kitle ruhu anlayışı 'na dair sayısız önemli eser yazıldı. Kötülüğün nasıl ortaya çıktığı, sıradanlaştığı, yetişmiş, eğitimli ulusların bu barbarlığın nasıl faili haline geldiği enine boyuna araştırıldı, ama mitik dünya inşasındaki yalanın belirleyen rolü çok kurcalanmadı.
Yazıyı ısrarla takip eden okur soracaktır şimdi nereye varmak istiyorsun diye. Amacımız yanı başımıza varmak, soluduğumuz havayı anlaşılır kılmak. 17/25 Aralık’ta rejim kendini nasıl savundu? Tapeler her şeyi aydınlatırken gerçeklik ortadan kaldırılıp yeni bir gerçeklik nasıl inşa edildi. 1071’ler, 2053’ler, Kut’ül Amareler nereden çıktı? Erdoğan’ın sarayındaki hepimizi güldüren tören kıtasındaki acayip giyimli adamların işi ne?
Şimdilik bu kadar.