Uzun süredir gündemde olmayan elitizm tartışması Boğaziçi Üniversitesi’ne Erdoğan tarafından yapılan rektör atamasıyla birlikte yeniden ısıtılıp önümüze getirildi. AKP istiyor ki yaptığı herhangi bir atama, görevlendirme tartışılmasın, üzerine fikir beyan edilmesin, tepki ve eleştiriler de demokratik bir hak olarak protestoya dönüşmesin. Yapılan atamaları liyakat ve ehliyet ölçülerine vurduğunuzda, kurumsal geleneklere uymadığını söylediğinizde karşınıza elitizm suçlaması çıkıyor. Gerçi Boğaziçi olayında tartışma çok hızlı bir biçimde elitizm tartışması olmaktan çıkıp ‘ beka ve terör ‘ sorununa indirgenmeye çalışılsa da biz bu yazıda elitizm meselesi üzerinde durmak istiyoruz.
AKP söyleminin en bilindik klişelerinden birisidir elitizm sorunu. Bu partinin kuruluş söyleminde vesayet güçlerine karşı verilen mücadele en önemli başlıklardan birisini oluşturuyordu. O günün Türkiye’sinde vesayetçi güç odakları yok muydu, bu partiye karşı hukuk içinden ve dışından zorlamalar gerçekleştirilmedi mi? Elbette bunların çoğu yaşandı yakın tarih içinde… Bu odaklar kendilerine bir tür elit süsü vererek davranmadılar mı, evet bunlar da oldu. AKP o dönemler Türkiye tarihini liberal ortaklarıyla beraber milletin otantik temsilcisi, meşruiyetlerini sandıktan alan iktidarlar ile darbeler sonucu yazılan Anayasalardan destek alan bürokratik güçler arasındaki çelişki üzerinden okuyordu. Bir yanda seçimle gelmiş, hizmetten başka gayesi olmayan milletin has evlatları diğer yanda güçlerini, dayanaklarını milletten almayan ona yabancılaşmış, tepeden bakan vesayetçi güç odakları vardı. Bunlar yüksek yargıda, dışişlerinde, askeriyede ve özellikle üniversitelerde neredeyse özel bir sınıf oluşturmuşlardı. Bu söylem uzun bir süre çok işlevsel oldu AKP için. Bu tezin okumuş yazmış kesimlerdeki popülaritesi ise Şerif Mardin’in merkez/çevre, İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması kitaplarındaki okumalar üzerinden sağlandı.
Bu değerlendirmelerde elitizm bir siyaset sosyolojisi kavramı olarak kullanılıyordu. Devletin merkezini oluşturan elitler vardı, bu elitler güçlerini siyasetten ve halktan almıyorlardı. Siyasetçiler her seçimde halka hesap verirken bunların halka hesap vermek gibi bir zorunlulukları da yoktu. Bu devlet elitlerinin siyasette taşıyıcısı, temsilcisi olan partiler vardı ve bunun en başında da CHP geliyordu. Devlet elitleri ile işbirliği halinde olan CHP’nin halkın desteği ile iktidara gelme şansı olmadığı için bu parti ve ortakları ya darbelerden medet ummuşlar yâda yasakçı zihniyetleriyle millete hizmet etmek isteyenlerin önüne her defasında engeller çıkarmışlardı.
Siyasal İslamcılık bu okumaları modernleşmenin analizi üzerinden gerçekleştiriyordu. Modernleşme İslamcılara göre girilmesi mecburi bir istikamet değil, birilerinin ki onlar modernleşmeci elitlerdir zoraki, millete rağmen girdirdikleri ve neticesinde de bütün ihtişamın kaybedildiği, imparatorluğun batırıldığı bir süreçti. Görkemli imparatorluğun yıkılması, sınırların küçülmesi elde kalanla yetinilmesi hep elitlerin marifetiydi. Çünkü onlar batıcıydı, milletin gerçeklerine yabancıydı ve modernitenin iğvasına kendilerini kaptırmışlardı. Bu elitler aynı zamanda milletin yaşam biçimine, kültürüne, geleneklerine savaş açmışlardı. Onu kendi tarihinden koparmış, kılık ve kıyafetine dahi karışmış ve neticede Batının bir uydusu haline getirmişlerdi. Siyasal İslam başından beri işte kabaca özetlediğimiz bu dikotomiler üzerinden bir söylem inşa etti. Bu söylem en özlü ifadesini Necip Fazıl’ın ‘ kendi yurdunda öksüz, kendi yurdunda parya ‘ ifadesinde buldu. Kendini hep mazlumlaştırdı, masumlaştırdı ve mağdur edebiyatının nesnesi kıldı.
Bu elitler Batılılaşmanın en sivri ucu sayabileceğimiz özel okullarda, liselerde ve sınavları çok ağır olan üniversitelerde yetişmişlerdi. Yabancı dil öğrenip taşralı olmaktan uzaklaşıyorlar, Batının bilgisine içeriden nüfuz edebilecek bir eğitimden geçiyorlardı. Aldıkları eğitim gereği bir özgüven edinip dünyanın herhangi bir yerinde çok rahat işlerini yapabilecek donanıma haiz olarak yetişiyorlardı. Elbette ki bir kısmı Batının güçlü kültürü karşısında snoplaşıp züppeleşebiliyordu. Ancak siyasal İslamcı ve muhafazakâr çevrelere göre buralarda yetişenlerin neredeyse tamamı millete yabancı, kökü dışarıda, geleneklerin dikkate alınmadığı bir kültürel formasyon ediniyordu. . Bu okullardan mezun olanlar dinini, imanını unutmuş, toplumuna yabancılaşmış bir şizoid kimlik içindeydiler. İslamcı edebiyat üzerine yapılacak okuma bu konuda bir yığın örnek koyacaktır önümüze.
Dolayısıyla AKP’nin her defasında bir elitizm tartışması açmasının kaynaklarının buralarda olduğunu düşünüyoruz. Batı ile bir türlü eşit, eşdeğer, aynı düzeyde ilişki kuramayan, onun bilgisi, bilimi ve ürettiği teknoloji karşısında mağlubiyet duygusunu bir türlü aşamayan siyasal İslamcı akıl onun görüngüsü olabilecek her şeye karşı işte bu tarihsel kompleksden kaynaklı bitimsiz hınç ile davranmaktadır. Nietzsche ve Max Scheler’den beri biliyoruz ki hıncın tedavisi yoktur. Öfkenin tedavisi vardır ve özne çok çabuk sakinleşir, yaptığından pişmanlık duyar ve bağışlanma talebinde bulunur. Hınç ’da ise özne çok derin biçimde yaralanmıştır ve sadece kendisine dönüktür ilgisi. Daima haklı ve doğru olduğunu düşünür. Haklı olduğu halde anlaşılmama duygusu onu koyu, kör bir hıncın girdaplarına doğru çeker ve sürükler.
Siyasal İslam bugün devlet aygıtının her noktasına nüfuz etmesine rağmen toplumu çekip çevirebilecek bir kültürel hegemonyadan yoksun olduğunun bilincindedir. İktidarlaştığı, devletleştiği için okumuş yazmışlarının tamamını bugün basit aparatçikler haline getirmiştir. 100 yıl önce hakkı olan iktidarın sürekli suçladığı yerli ve milli olmayan elitler tarafından elinden alındığını düşünüp, kendisini ‘ kutsal mazlumluk psikopatolojisi ‘ ile donatan Siyasal İslamcılığın derdi iktidar olmak, mensuplarına makam ve mevki dağıtmakmış sadece. Ancak iktidar olmak beraberinde kültürel ve entelektüel hegemonyayı sağlayamadığı için her defasında bu konularda kendisinden daha yetkin ve özgüvenli gördüğü çevrelere karşı işte o hınçla davranmaktadır. Benim olmayan, bana layık görmediğin yerleri sana da yar etmem, oralarda kendini yeniden üretmene izin vermem, liyakat ile gelemediğim ve giremediğim yerlere ise cebren girerim diye meydan okumaktadır.
Muhalefete düşen görev öncelikle Siyasal İslam’ın hıncının ardındaki dinamikleri doğru tespit etmek olmalıdır. Mesele sadece bir rektör atamasındaki keyfilikten ibaret değildir. Siyasal İslam kendisini dünyaya kapattığı, kendi yaralı bilinci ile aşırı meşgul olduğundan dolayı üniversiter alan, bilginin üretimi, akademik özerklik, seçim, üniversitenin paydaşlarını karar süreçlerine dâhil etmek umurunda olan şeyler değildir. Olay bir siyaset yapma teknolojisine, popülizm sorunsalına da indirgenemez.
Evet, tüm yeni faşizm olgularında olduğu gibi AKP’de popülist siyaset yapma yöntemlerinden faydalanıyor. Bu yöntemlerin en bilineni elitler ile halk arasındaki gerilimi tırmandırmak ve düşmanlığın dozunu her gün yükseltmek. Popülizme başvuran liderler özgüvensizliklerinin, çapsızlıklarının farkındadırlar. Toplumun gelişmiş, medeni kesimlerinin rızasını sağlayamayacaklarını da çok iyi biliyorlar. Hayali düşmanlar üreterek gerçek çelişkileri manipüle etmek peşindeler. Kültür, bilgi, üniversite, elit gibi tartışma alanlarını AKP’’ye terk ederek zafer elde edeceklerini düşünenlerin ham hayal içinde oldukları uyarısıyla yazımızı bitirelim.