Hamas'ın Aksa Tufanı adını verdiği operasyon dünyayı derin bir şaşkınlığa sürükledi. Ne istihbarat örgütleri ne bölgeyi çok iyi tanıyan analistler böyle sarsıcı bir operasyonun gelebileceğini öngörmüştü. İsrail lehine oluşan hava nedeniyle, kimse Filistinlilerden böylesine karşı bir saldırı beklemiyordu. Dünya şaşkınlık içerisinde gelişmeleri takip ediyor. Ortadoğu'nun statik olmayan dengelerini daha bir altüst eden gelişme karşısında yakın vadede neler olabileceğini kestirebilmek bugünden bir hayli zor görünüyor. Çatışmanın bölge çapında yayılma ihtimali bulunduğu gibi uluslararası toplum ve bölge devletlerinin kayıtsızlığı nedeniyle İsrail'in Filistin halkına saldırganlığını daha da tırmandırması söz konusu. İsrail saldırı sonrasında savaş hali ilan etti. Hatta savaş kabinesinin kurulacağını açıkladı. ABD tereddütsüz biçimde İsrail'in yanında yer alıyor ve bir savaş gemisini bölgeye gönderdi. Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere İsrail'in yanında yer aldıklarını açıkladı. Bölge devletleri suskun ve taraflara sadece itidal tavsiye ediyorlar. Ortada yanıtlanması gereken pek çok soru bulunuyor. Aksa Tufanı operasyonunun zamanlaması ve boyutları ile ilgili açıklamalara geçmeden önce bazı gerçekleri yeniden hatırlatmak gerekiyor. O zaman en başa giderek başlayalım.
İsrail daha doğum aşamasında ve hatta çok evvelinde siyonist bir devlet olarak dünyaya gözlerini açtı. İsrail her hangi bir ulus/devletten bu nedenlerle bariz farklı özelliklere sahiptir. Tüm ulus/devletler bir doğum lekesiyle yani şiddetle yüklü olarak ortaya çıkmışlardır. İsrail'i farklı ve özgün kılan işin bu yönü değildi. İsrail devleti kurulmadan bölgeye gelen siyonistler Filistin halkının topraklarını ilhak etmeye başladı. Kurucu önderlerin tamamı gayrinizami harbin içinde yetişti. İlhaklara Yahudi sermayesinin toprak satın almaları eklendi. İngilizler 1917 Balfour deklarosyonu ile artık Yahudilerin Kenan diyarında bir yurt sahibi olmaları gerektiğini dünyaya ilan etti. Dönemin önde gelen emperyalist gücünün bu vaadi siyonistleri daha bir cesaretlendirdi. 1916 tarihli Skyes-Picot gizli anlaşması ile Ortadoğu'nun sınırları yeniden çizilmeye başlamıştı. Yenileceği artık mukadder olan Osmanlı topraklarında, sınırları cetvelle çizilmiş Arap devletçikleri kurulacaktı. Bölgedeki petrol yataklarının zenginliği 19.yüzyılın sonlarından itibaren keşfedilmeye başlanmıştı. Böl-yönet politikalarının gereği suni Arap devletçikleri kurulacak ve bunlar birbirleri ile uğraşmaktan yorgun düşecekti. Aralarındaki soy, kabile, hanedan ve mezhep itilafları körüklenerek birleşmeleri ve bir güç oluşturmaları engellenecekti. Emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını savunacak bir üs yaratmak niyetiyle Yahudi devletinin önündeki çakıllar temizlenecekti. İki savaş arasında Filistin bölgesinde yaşanılan siyasal gelişmeler bu emperyalist stratejiye uygundu. Her Arap kabilesine ve hanedanlığına suni bir devlet kurdurulurken Filistin halkı bunun dışında tutulmuştu. İkinci savaş bambaşka bir dünya ortaya çıkardı.
Musevilerin ikinci savaş sırasında yaşadığı soykırım artık bir devletleri olması gerektiği inancını pekiştirmişti. Tarih boyunca Yahudiler, dünyanın her hangi bir yerinde bir vatanları olabileceği hayali ile yaşamışlardı. Ama hem kapitalizm öncesi çağlar boyunca hem de modernlikle beraber maruz kalmaya devam ettikleri dışlama sadece biçim değiştirmişti. Yaşadıkları yerlerde gettolara hapsedilmiş ama disiplinlini yüksek bir hayat sürdürüyorlardı. 19.yüzyıl sonlarında çarlık Rusya başta pek çok yerde pogromlara maruz kalarak katledildiler. Dışlanmalarına, katledilmelerine içinde yaşadıkları toplumların kenarına itilmelerine karşılık kültür, sanat ve bilimde büyük başarılara imza atılar. Yerleşik yaşamdan uzak, sürgüne yazgılı bir halk olmaları nedeniyle ticaret ve finansta deneyim ve birikim edinmişlerdi. Bu özellikleri çok kolay günah keçisi ilan edilmelerine de yol açıyordu.
İsrail devleti kurulduktan kısa bir süre sonra herkes tarafından tanındı. Soğuk savaş başlamasına, dünya ikiye bölünmesine, Sovyetler ile ABD kıyasıya bir ideolojik kavgaya tutuşmuş olanmasına rağmen her iki devlette İsrail'i tanıdı. Her şeye karşılık İsrail'in varlığı Arap Birliğinin oluşmasını engellemek için bölgenin bağrına saplanmış bir kamaydı. Soykırım nedeniyle utanca sürüklenmiş Batı kamuoyunun günah çıkarmasıydı. İsrail'in kurucu önderleri kravatlı-papyonlu siyaset adamları değil Filistin halkından toprak ilhak etmek için savaşmış, çeteleri yönetmiş askeri komutanlardı. Bu nedenlerle İsrail militarist, emperyalist ve siyonist bir devlet olarak dünyaya gözlerini açtı.
İsrail bugünde ırkçı, teokratik ve emperyalist bir rejime sahip. İsrail'de hüküm süren rejim tıpkı bir zamanlar Güney Afrika'da olduğu gibi apartheidcı. Yani ayrımcı, bölücü, dışlayıcı özelliklere sahip. Kendi içinde derin sınıfsal ayrışmalar barındırıyor. Bu sınıfsal ayrışmalar ırkçılıkla eklemleniyor ve birbirini destekleyerek yeniden üretiyor. Sefarad ve Aşkenaz olmayan Yahudiler ayrımcılığa uğruyor. Derisi siyah Yahudiler ırkçılıkla karşı karşıya kalıyor. İsrail nüfusunun 1/4'ünü oluşturan Filistinli Araplar sınıfsal olarak eziliyor.
İsrail bir güvenlik devleti ve militarizm bünyesine işlemiş. Kadın-erkek herkes zorunlu askerlik yapmak yapmak zorunda. YükümlülüK bir defaya mahsus da değil. Bir güvenlik devleti olmasından kaynaklı olarak bu görev yaşam boyu sürüyor. İsrail, Filistin'in varlığını tanımadığı ve Kenan ülkesi topraklarını kendine ait saydığı için genişlemeyi, ilhakı hak sayıyor. Filistinliler en doğal haklarından yoksun bir hayata mahkum ediliyor. Yeni yerleşimlere alan açmak için Filistinlilerin topraklarına el konuyor. Yerleşim politikalarının uluslararası dayanağı bulunmuyor. İsrail, 67 ve 73 savaşlarında kazandığı toprakları sahiplerine geri iade etmiyor. BM kararlarını umursamıyor, tanımıyor. Golan Tepelerini asıl sahiplerine terk etmiyor. Bütün bunlar İsrail'i ilhakçı, işgalci, ırkçı ve teokratik bir devlet yapıyor.
Filistinlilerle çözüme en yakın görüşmeler Arafat ve Rabin arasında Oslo'da yapılmıştı. İki devletli çözüm kabul edilmiş, Kudüs'ün her iki devletin başkenti olması konusunda taraflar anlaşmıştı. Bu gelişme Filistin mücadelesinin ivme kaybettiği, gerilediği, Arafat'ı destekleyen güçlerin onu barışa zorladığı koşullarda gerçekleşmişti. Sovyetlerin çöküşü, Arap Baascılığının yaşadığı kriz Arafat'ı masaya oturmak zorunda bırakmıştı. Oslo süreci kalıcı bir barışa dönüşemedi. Her iki tarafta barışı istemeyenler vardı. Oslo'dan sonra Arafat liderliğindeki FKÖ çok kan kaybetti. Filistin halkı giderek Hamas'ın etrafında toplanmaya başladı. Bugün Filistin tek bir rejim tek bir otorite altında yaşamıyor. Gazze'de Hamas, Batı Şeria'da FKÖ egemenliği var. Mahmut Abbas kağıt üzerinde bir devlet başkanı. Oslo anlaşmasının altına imza atan İşçi partisi lideri Rabin siyonist bir faşist tarafından katledilmişti.
İsrail militarist, siyonist bir devlet yapısına sahip olmasına karşın Ortadoğu'nun en demokratik toplumlarından biri. Sınırsız bir düşünce ve ifade özgürlüğü var. Güçlü bir sol harekete bir o kadar etkili sendikalara sahip. İsrail'de devletlerini acımasızca eleştirenlerin sayısı hiç de az değil. Her tür tartışmaya açık bir kamusal alana sahipler. Hamas saldırısının sorumluluğunu Başbakan Netanyahu'ya kesenler lince maruz kalmıyor. İki halklı tek devletli bir çözümü savunanlar vatan hainliği ile suçlanmıyor. Devletlerini siyonist ve militarist olmakla suçlayan entelektüellerine kulak veriyorlar. Hamas'ın sivilleri de hedef alan saldırısını kınamakla birlikte asıl sorumluluğun faşist Netanyahu ve onun aşırı sağcı ortaklarında olduğunu söyleyenler sadece solculardan ibaret değil. Haaretz gibi liberal özgürlükçü kesimler bile dehşet uyandıran böyle bir saldırı karşısında ilk elde ülkeyi idare edenleri suçluyor. Tarafsız kalarak, iki tarafa da nasihat verenlerden aynı cesareti ummak hakkımız değil mi?