Pakistan kökenli İngiliz vatandaşı Tarık Ali 60'lı yılların en tanınmış eylemcilerinden biriydi. Eylem alanı neredeyse bütün dünyaydı. Bir yandan Avrupa'daki sokak savaşlarının en önünde yer alırken diğer yandan Che'nin hunharca katlini araştırmak için Bolivya dağlarını arşınlıyordu. Avrupa'nın Ali'nin de içinde yer aldığı devrimci kuşağı için mücadelenin ölçeği bütün dünyaydı. Vietnam'da Vietkong gerillalarının Amerikan emperyalizmine karşı verdiği mücadelenin Batı'da destek bulması için dayanışma ağları da kuruyordu. Tarık Ali çok canlı biçimde anlattığı döneme ilişkin kitabına 'Sokak Savaşı Yılları' adını vermişti. Çünkü 60'lı yılların gençliği düzene karşı mücadelesini sadece anfilerde, dersliklerde, üniversitelerde yürütmüyordu. Devrimci gençlik için mücadelenin merkezi sokaklardı, barikatlardı. Ali soluksuz biçimde akan hayatını anlatır. Eylemden, isyandan başlarını kaşıyacak vakitleri yoktur. Batı'nın demokrasi ile özdeşleşmiş düzenleri çok uzun zamandır unuttukları sokak savaşları karşısında şaşkına dönmüştür. Üzerlerindeki demokrasi örtüsünü kaldırıp olağanüstü haller ilan ederek teyakkuza geçmişlerdir. Yasalar sertleştirilir ve gençliğin öncü kesimleri bir şiddet sarmalının içine doğru itilir.
İkiye bölünmüş Almanya'nın kapitalist olanı etkili protesto hareketlerine sahne olur. Eylemlerin hedefinde anti-Amerikancılık ve Vietnam karşıtı mücadeleler vardır. Şubat 1966'da üniversite kurumunun otoriter yapısına karşı Batı Berlin'de büyük bir gösteri düzenlenir. Bu dönemde Alman öğrenci hareketine SDS (Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği) önderlik etmektedir. Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği, Alman Sosyal Demokrat Partisi'ne bağlı olarak kurulmuş ise de geçen zaman içinde partiden bağımsızlaşmıştır. SPD ( Alman Sosyal Demokrat Partisi ) 1959 programı ile sosyalizm hedefinden vazgeçmişti. Reformlar yoluyla dahi olsa sosyalizme ulaşmak gibi bir amacı yoktu. SPD gelişmiş kapitalizm içinde dayandığı sendikalar aracılığıyla işçi sınıfının temsilini üstlenmeyi ve hayat koşullarını iyileştirmeyi gaye edinmişti. Kapitalizmin genişleme dalgaları hesap edildiğinde bu istekler düzen tarafından kolaylıkla karşılanabilirdi. Burjuvazinin refah devleti hayali ile SPD'nin siyasi programı arasında bir çatışma yoktu. Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği hem bu düzen içi programa isyan etmişlerdi hem de 60'lı yılların devrimci havası onları düzenin dışına doğru sürüklüyordu.
Frankfurt Okulu'nun iki etkili üyesi neredeyse enstitü'nün lokomotifi sayabileceğimiz Horkheimer ile Adorno sıkıcı ellilerde Marx ve Engels'e nazire yaparcasına bir manifesto kaleme almak istiyorlardı. Bu maksatla 1956 yılının bahar aylarında İsviçre'de bir araya geldiler. Yaklaşık üç hafta bu konu üzerine aralarında tartıştılar. Bu tartışmaların notları Adorno'nun eşi Tedie tarafından saklandı ve gün ışığına çıkarıldı. İkili ellilerde tam bir umutsuzluk içindedir ve 'artık daha iyisinin tahayyül edilemediği bir dünyada yaşadıklarını' düşünmektedirler. Bir manifesto aracılığıyla düşüncelerini kristalize edecek ve daha yaygın çevrelere ulaştıracaklardır. Her iki düşünüründe zor, güç anlaşılır bir dili vardır. Özellikle Adorno'nunki dünyanın şiddetine maruz kaldığının bilincinde olan bir dildir. Asla prim vermedikleri Heidegger aynı yıllarda felsefesini giderek şiire doğru açarken Adorno savaştan hemen sonra 'Austwitz'den sonra artık şiir yazılabilir mi ' diye sormuştu. Dünyanın uğradığı şiddetten, karşılaştığı vahşetten sonra içinde mutluluk vaadini barındıran bir dil olarak şiire sığınmak düşünüre göre vahşete kayıtsızlıkla eşdeğerdi. Heidegger geç dönem felsefesini tümüyle şiir üzerine kurmuştu. Hölderlin'den başlayan bir ufuk içinde Rilke ve Trakla uğrayıp savaş sonrasının Char'ı ile Celan'ı da ekleyerek şiirsel söz ile felsefi dil arasındaki sınırları neredeyse kaldırmıştı.
Teori ve pratik arasındaki ilişki ikili arasındaki tartışmanın nirengi noktasını oluşturur. Hem teori hem de pratikten anladıkları şey geleneksel Marksizmden oldukça uzaktır. Geleneksel Marksizm teoriyi giderek bir kılavuza, rehbere, yol göstericiye indirgemiştir. Hegel'in ve tilmizlerinin spekülatif düşünüşü karşısında Marx Fransız ihtilalciliğinin de etkisiyle Paris sürgünü sırasında vurguyu pratiğe kaydırmıştı. Hegelci spekülasyonları Feurbahcı doğalcılıkla aşmışlar ve en sonunda felsefeyi de yerinden etmişlerdi. Felsefenin kendini gerçekleştirmesi ancak amaçlarına uygun bir öznenin tarih sahnesine çıkmasıyla mümkündü. Proletaryanın tarih sahnesine çıkışı felsefi spekülasyona son verecekti. O nedenle filozoflar dünyayı yorumlamayı değil değiştirmeye soyunmalıdır. Marx'ın bu tezi teoriye duyulan küçümsemeye bir dayanak sundu. Nasıl olsa önümüzde sağlamlığından emin olduğumuz bir teori vardı şimdiki iş onu pratiğe tercüme etmekti. Halbuki Marx'ın başka kelamları da vardı. 1848 ihtilallerinden sonra ve Londra sürgününün ilk yıllarında Marx bir mektubunda Engels'e politik faaliyete uzak durmanın erdemlerinden söz eder ve krizi anlamak için kendini Britiş Muzeum'a kapatacağını söyler. Yine Grundrisse'de teorinin soyut bir şey olmayıp zihnin 'düşünceyi somutlaştırması' olduğunu söyler. Asıl somut olan teorinin düşüncede kurduğu somuttur. Yoksa olguculuk veya pratikçilik bizi bir karmaşanın içine bırakır. Bu yöntemi yeniden Hegel okumaya borçlu olduğunu söyler.
Kapital yalnızca olguların derlendiği bir çalışma değildir. Fabrika müfettişlerinin hazırladığı ve İngiliz parlamentosuna sunulan raporlar Marx'ın çalışmasının en kıymetli malzemesini sağlar. Bu raporlardan uzun pasajlar aktarır. Ama girişi tamamıyla kuramsaldır. Kapitalist sistemi nalayabilmek için onun en küçük hücre biçimine yani metaya bakmak gerektiğini söyler. Sistemin bütün sırları onda gizlidir. Onun sırlarına vakıf olmadan kapitalizmi anlayabilmek mümkün değildir. Kitabın en zor kısmının burası olduğunu, anacak bunun da anlaşılmayacak bir şey olmadığını söyler. Marx kurama her zaman hakkını teslim etmiştir. Kolaycı formülasyonlara prim vermemiştir. Kast sistemini anlamak, Rus köylü komünü Mir'i çözebilmek için Rusça öğrenmiş ve yüzlerce defter doldurmuştur.
Adorno ile Horkheimer'de böyle bir kuramsal geleneğin mirasçıları oldukları için teori konusunda kılı kırk yarmışlardır. Tüm görevlerinin 'düşünceyi doğru pratik ile evlendirmek' olduğunu söylemişlerdir. Gerçek düşünce dolaysız beklentilerden uzak durur. Kendi menfaatinin peşinde dolanmaz. Düşüncenin dar bir pratikçilik karşısında kendi olarak var olamayacağını hatırlatırlar. Gerçek bir partinin olmamasından yakınırlar. Yeni bir Leninizme ihtiyaç olduğunu vurgulayıp hazırlamayı tasarladıkları manifestonun böyle bir işlevi yüklenmesini temenni ederler. Bir yerde ' yazdığımız her şeyin içinden pratiğin ışığı sızmalı ' diye telkinde bulunurlar. Ama bu pratik kuramı hizmetine, buyruğu altına alan bir pratikçilik değildir.