Sovyet düzeninin çöküşü sermayenin küresel taarruzunun sonucuydu. Dayanıklı olduğu zannedilen Sovyetik düzen iskambilden şatolar gibi çöktü. Şimdi kağıt üzerinde sermayenin akışkanlığının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Küreselleşmenin insanlığı sınırsız refaha ve demokrasiye taşıyacağına inananlar Birleşmiş Milletler’in artık daha fazla rol üstlenmesi gerektiğini söylüyordu. Bunun önündeki engel ise dünya sisteminin ulus devletlere dayalı yapısıydı. Her bölgede ulus üstü kurumlaşmaların önü açılarak bu gerçeğin yarattığı pürüzlerin aşılmasına çalışıldı.
Amerika kıtasında NAFTA’ya, Avrupa’da AB’ye, Pasifik’de benzer yapılanmalara hız verilerek sermayenin akışkanlığı arttırılmaya çalışıldı. Ulus devletler hem bu bölgesel dinamiklerin etkisi altında gümrüklerini koruyan duvarları kaldırıyor hem de egemenlik haklarından altına imza attıkları ulusüstü sözleşmeler vasıtasıyla vazgeçiyordu. İmzalanan anlaşmalarla ulus devletler egemenlik haklarından feragat ederek yetki devrinde bulunmayı kabulleniyordu. AB tarihsel özgünlüklerinden de kaynaklı olarak süreci en ileri aşamaya taşımayı başarabilmiş bölgesel birlik girişimiydi. Diğer denemeler daha çok piyasa işleyişini pürüzsüzleştirmek, ticari kotaları asgariye indirerek eşdeğer hadler belirlemek seviyesinde kalıyordu. Dolayısıyla AB dışındaki yerlerde siyasi bütünleşme dinamikleri zayıf, devletlerin egemenlik haklarından siyasi feragatı neredeyse yok düzeyindeydi.
Küreselleşmenin arkasındaki güçlere göre Sovyet düzeninin çöküşüyle birlikte sosyalizm seçeneği insanlığın ufkundan çekilmişti. Küresel piyasa düzeninin işleyişi için elverişli iki ideolojik motif belirlenmişti. 90’lı yılların sermaye merkezli tartışmalarında da bu eğilimler öne çıktı. İlki Fukuyama’nın Hegel yorumuna dayalı ‘ tarihin sonu ‘ savıydı. Buna göre sosyalizmin yenilgisi tarihin sonunun ilanıydı. Batı kapitalizminin ve liberal demokrasinin alternatifi yoktu. İnsanlık artık bu seçeneğe mahkumdu. Diğeri ise Huntington’un medeniyetler savaşıydı. Huntington dünyayı medeniyetler ekseninde bölerek tarihin bu minvalde şekilleneceğini iddia ediyordu.
Küresel kapitalizmin sahipleri iki tezden de işlerine geldiği gibi yararlandı. Clinton döneminde dünyada demokrasi rüzgarları estirildi. Eski bir 68’linin ve Vietnam Savaşı’na karşı çıkmış birinin ABD Başkanı olması dünyanın her yerindeki ‘ ahmakları ‘ pembe hayallere gark etti. ABD’nin arkasında durduğu küreselleşmenin dünya nizamını sağlarken eline aldığı sopanın üzerinde ‘ insan hakları ve demokrasi ‘ yazıyordu. Bu sopa ile Saddam hizaya getirilip Belgrad’ın üstüne bombalar yağdırıldı. Emperyalist gücün bu değerleri bayrağına yazmış, istismar etmiş olması sosyalizmden umudunu kesmiş aydınları çok da rahatsız etmiyordu. Iraklılar Saddam’dan kendi başlarına kurtulamıyorsa Amerikan bombaları ile kurtulmalarının ne mahzuru vardı? Yugoslavya deneyimi Avrupa’nın göbeğinde tarumar edilirken arkasından bir ağıt yakmanın lüzumu yoktu? Üstelik müdahalenin meşruiyeti için Boşnak soykırımına göz dahi yumulurdu.
Huntington’a yeni soğuk savaşın stratejisti rolü verilmişti. Kendiside bu konularda kıdemli bir zattı zaten. Üçüncü dünyadaki askeri darbeler ve orduların rolü konusunda uzmanlaşmıştı. ABD çıkarlarına uygun olduktan sonra darbelere karşı çıkmanın bir manası yoktu. İstenildiği takdirde bunun için siyaset sosyolojisi avadanlığından yeterince argüman devşirilirdi. Şimdi Batı kapitalizmine yeni bir düşman icat etmenin vaktiydi. Dünya sistemi keyfice medeniyetlere indirgeniyor, bunlara değişmez, sabit tözler atfediliyordu. Halbuki medeniyet canlılığı değil durgunluğu temsil eder, bugüne değil geçmişe aittir. Canlı ve dinamik olan kültürdür. Medeniyet ise premodern dönemlere hastır. Aslında burada büyük bir zokada vardı. Her medeniyet birbiriyle eşit ise bu medeniyet mensuplarının dünya sisteminin işleyişine itiraz etmeleri de gerekmiyordu. Aslında bu tez dünya sistemi sahiplerine bir paravan sunuyor diğerlerinin de gururunu okşuyordu. Tez en çok İslamcıların hoşuna gitti. Asli bir medeniyetin çocuklarıydılar ve bununla gurur duymaları gerekiyordu. O medeniyete başkentlik yapmış Bağdat’a Amerikan bombaları yağarken çoğunluğu seslerini dahi çıkarmadı.