Eski TKP'nin görevlendirmesiyle genç yaşlarda Moskova'ya giden gazeteci Hakan Aksay, bu kentte çok uzun yıllar geçirdi. Sovyet dönemine ve çöküşüne tanıklık etti. 90'ların kargaşa dolu yıllarında ve Putin'in ilk dönemlerinde de bu ülkedeydi. Türkiye'ye döndükten sonra Rusya uzmanı sayılarak birçok basın kuruluşunda görevler aldı. Rusya ile ilgili her hangi bir gelişmede düşüncesine başvurulan ilk insanlardandı. Geçenlerde T-24 adlı haber sitesine yazdığı bir yazıda Türkiye'nin resmi muhalefetinin giderek Putin'e karşı oluşan muhalefete benzediğine dikkat çekti. Aksay'a göre tıpkı Rusya'da olduğu gibi Türkiye'de de muhalefet stratejik konularda iktidardan farklı düşünmüyordu. Güvenlik, dış politika, ekonomik politika gibi kritik ve stratejik başlıklarda muhalafet ile iktidar aynı dalga boyunda hareket ediyordu. Muhalefet, iktidara eleştirilerini taktik konularla sınırlamıştı. Stratejik bahisler, cari siyaset alanının üzerine konuşacağı, farklılaşacağı başlıklar olmaktan ziyade devlete ait telakki edildiğinden, devlet politikaları ile ters düşmekten özellikle kaçınılıyordu. Rusya'da bu düzenek kurulmuş ve Putin 'majestelerinin muhalefetini' yaratmayı başarmıştı. Aksay, aynı akıbetin Türkiye'yi beklediğine vurgu yapıyordu. Biz 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra kaleme aldığımız bir yazıda benzer bir eğilime çok önceden dikkatleri çekmiştik.
Genelde Erdoğan karşıtı daha özelde ise CHP etrafında yürüyen tartışmaların yukarıda bahsettiğimiz eğilimlerden bir farkı olmadığı kanaatindeyiz. Kurultay yaklaşırken parti içi iktidarı almak için kendilerini değişimci ve yenilikçi olarak nitelendiren her iki kesiminde son tahlilde aynı yerde buluştuğuna inanıyoruz. Her iki anlayışta siyaseten birbirlerine ve dar bir çevreye sesleniyor. CHP'nin yaşadığı seçim yenilgisini bir kamusal müzakereye dönüştürmekten özellikle uzak duruyorlar. Seçmenin üzerine serpilmiş ölü toprağının, ancak toplumun tartışmanın öznesi haline getirilmesiyle aşılabileceğini akıllarına getirmiyorlar. Tartışmalar seçim yenilgisinin tam bir bilançosunun çıkartılması aşamasına bir türlü yükselemiyor. Yapılan tartışmanın merkezine toplumun beklentileri yerleştirilmediği, o talepler doğrultusunda yeni perspektifler üretilmediği taktirde depolitizasyon sürecinin önüne geçilemeyeceği fark edilemiyor. Taraflar argümanlarını birbirlerinin hata ve eksiklerinden devşiriyor. Öncelikli işin yenilginin sorumluluğunu karşı tarafa yıkmak olduğu anlaşılıyor. Birbirinin siyam ikizi sayabileceğimiz bu siyasetlerin yapısal ve konjonktürel nedenleri bulunuyor. Bir başka siyaset vurgusu galebe çalmadıkça yaşadığımız kısır döngüden çıkılamayacak.
Birbirinden esasta çok farklı olmayan iki anlayış açısından da politika son tahlilde dar çevreleri ilgilendiren zümrevi bir etkinliktir. Politika işi, mesleği bu olan insanlara hasredilmiştir. Halbuki politika polisten türetilmiştir ve kamusallaşmış insan teklerinin kendilerini ontolojik olarak gerçekleştirmelerine verilen addır. Aristoteles, insanı hayvandan farklı kılan en önemli özelliğin toplumsallık olduğuna dikkat çekmişti. Düşünüre göre insan bir zoopolitikon yani politik hayvandı. Polisin yaşamına katılmayan biri, Yunanlılar için yurttaş sıfatına haiz olamazdı. Ölüme mahkum edilen Sokrates'in dostlarının kaçma tekliflerini ısrarla reddetmesinin gerekçesi buydu. Polisten dışlanmak, sürgüne gönderilmek ölümden farksızdı. Şarkın siyasal kültürü ise polisten türetilmiş politika sözcüğüne değil, etimolojisi seyise kadar geri giden siyaset sözcüğüne dayanıyordu. Seyisin işi bakımdır, tımardır, yarışa hazırlamaktır. Seyislik bir tür çobanlıktır. Tıpkı bir çoban gibi sürülere sahip çıkmak, vahşi hayvanlardan sakınmak seyisin asıl göreviydi. Şark toplumlarında hem yöneticiler hem de peygamberler kendilerini çobana benzetirdi. Sürünün bekasından çoban sorumluydu. Şarkta iyi yöneticiliğin ölçüleri belirlenirken çobanlıkla koşutluklar kurulurdu.
Türkiye siyasetine hakim olan kültür bugünde yapısal özelliklerini çobanıl toplumlardan almaktadır. Erdoğan'ın karizmasının nedeni sahip olduğu sürüye iyi bakmasından kaynaklıdır. İtaati ve sadakati esas alan bu kültürde 'sürüden ayrılanı kurt kapar' sözüne inanılır. Hedefe giden yol sürünün başındaki çobana itaat edilmesinden geçer. Bozkır halklarında çobanın en önemli görevi otlattığı sürüye mera ve sulak yer bulmaktı. Bir de mevsim döngülerini dikkatli takip etmek, yaylak ve kışlaklara zamanında ulaşmak çobanıl yeteneğin asıl göstergeleriydi. Türkiye'nin çok partili siyaseti, geçmişi binlerce yıl geriye giden bu kültürü döneminin koşullarına yeniden uyarladı. Siyaset taraftarlarına makam, mevki ve mansıp dağıtmaktı. Siyasetteki başarının yolu buradan geçiyordu. Devleti ayakta tutan ise siyasetten bağımsızlaşmış devlet aklıydı. Siyaset kendine tahsis edilmiş alan içinde arpalık dağıtır, ulufe bahşeder ve taraftarlarını klientalist ağlara dahil eder, himaye altına alırdı. Siyasetçiler stratejik meselelerde devletten gelen sese kulak verir ve bunu yapmak devlet adamlığının nişanesi sayılırdı. Kim bu sese kulak verirse o kişi artık siyasetçi değil devlet adamı olarak taltif edilirdi.
Türkiye'nin çok partili siyasetine devlet ile siyaset arasındaki böylesi bir iş bölümü damgasını vurmuştu. Devlet sürekliliği, siyaset gelip geçiciliği temsil ederdi. Siyasetçiler kendilerini devletin asıl sahibi gibi görmezlerdi. Elbette devlet bazı siyasetçileri içlerinden çekip alır, özel rollerle donatır ve ihtiyacı doğrultusunda kullanırdı. Siyasetçi devletin kırmızı çizgilerle belirlenmiş politikalarının kapağını dahi kaldıramazdı. Siyaset basamaklarında yükselmeye başlamış, kendine siyasette kariyer arayan her kişi işin doğasında bunlar olduğunu varsayarak yola koyulurdu. Devletin öncelikleri ile siyasetin öncelikleri kalın çizgilerle birbirlerinden ayrılmıştı. Bu iş bölümüne aykırı davranmaya cesaret edenlerin hevesleri kolayca kırılırdı. Ecevit kontrgerilla dosyasının kapağını bile açamamıştı. Özal Kürt sorununu çözme iradesi gösterdiğinde hayatı kuşkulu bir sonla noktalanmıştı.
Bu siyasal kültürde toplum hep bir nesneydi. Sanki bütün bir sistem toplumu devlete bağımlı kılmak üzerine kurgulanmıştı. Sendikalardan, sivil toplum örgütlerine, siyasal partilere kadar sivil kabul edebileceğimiz tüm oluşumlar görünmez bağlarla devlete bağlanmıştı. 12 Eylül kurduğu sistem ile bu düzeneği yapısal ve kalıcı hale getirdi. 60'larla başlayan toplumsal rönesans tıpkı karşı reformda olduğu gibi bir gerici dalga ile engellendi. Türkiye siyaseti hala bu kısır döngünün içinde debelenmeye devam ediyor. Siyasetçiler için kendi seçmenleri dahil toplum sadece bir nesne. Özne olmaları, failleşebilmeleri, kendi sorunları üzerinde söz ve karar sahibi olabilmeleri düşünülemez bir şey. Son tahlilde CHP'de particiler dediğimiz zümrelerde bu döngünün birer parçası. Ama artık bu oyunun sonuna gelindiğinin ayrımında bile değiller. Ya bu deli gömleğini parçalayacaklar ya da toplum siyasetten soğuyacak. Eğer sol bu boşluğu dolduramaz ise yerli faşizm bir kenarda bekliyor.