Yargıtay 3.Ceza Dairesi’nin TİP Hatay milletvekili Can Atalay ile ilgili verdiği karar yeni bir devlet krizine neden olmuştur. Yüksek yargı kurumları arasında bir yetki sorunu yaşanılmış, karşılıklı olarak birbirini itham edici kararlar çıkmış ve yaşanılan durum bir devlet krizine dönüşmüştür. Yüksek yargı organları arasında yaşanılan itilafı basitçe bir anayasal kriz diyerek geçiştiremeyiz.
Salt hukuk sınırları içinde kaldığımız takdirde karşımızdaki vaka elbette bir anayasal krize işaret ediyor. Ama kararların gerekçeleri dikkatle incelendiğinde görülecektir ki yargı organları arasındaki itilaf doğrudan devlet yönetimine ilişkindir. Geçmiş kararlarında anayasaya uygunluk konusunda titiz davranmadığı sabit olan, kılı kırk yarmadığı bilinen yüksek mahkemenin bu haline bile artık tahammül edilemediği bir aşamaya varıldığı anlaşılıyor. Demeç ve konuşmaları muhatapları tarafından talimat sayılan MHP lideri Bahçeli’nin ağzından çıkanlar bürokrasideki yandaşları tarafından er geç hayata geçirilmekte bu durumda Türkiye’yi daha büyük krizlerin içine doğru çekmektedir. Hatırlanırsa Bahçeli bir süre önce Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını, kapısına kilit vurulmasını söylemişti. Bahçeli’nin talimatlarını sorgusuz sualsiz kabul ettikleri anlaşılan yüksek mahkeme yargıçları verdikleri karar ile nur topu gibi bir devlet krizinin doğumuna neden olmuşlardır.
Seçimlerin kaybedilmesinin sıradan bir gelişme olmadığının altını ısrarla çizmeye çalışmıştık. Seçimlerin muhalefet tarafından kazanılıp kazanılmaması yaşamsal bir meseleydi. Muhalefetin kaybetmesi halinde iktidar baskıları arttıracak, elini rahatlatacak, hukuksuzluklara daha bir hız verilecek, anti hukuk bir norm haline gelecekti. Seçimlerin kaybı süreç olarak faşizmin derinleşmesi, önemli bir eşiğin aşılması demekti. Devlet organlarına her dediğini yaptırabilen, kendini her hangi bir hukuk kuralı ve normu ile bağlı saymayan iktidarın kurumsallaşması bahsinde önemli bir merhale geride bırakılmış olacaktı. Bugün iktidarın hukuka uyma konusundaki kayıtsızlığının, kurumların birbirini dinlemeyip karşılıklı yıpratmasının ardındaki asıl dinamikler buralarda aranmalı.
Ama yine de karşımıza bir devlet krizi olarak çıkan yargısal çekişmenin olağan kabul edilemeyeceğini, yeni bir duruma sebebiyet verdiğini belirtmiş olalım. . İktidar yönetim teknolojileri konusunda artık kendini her hangi bir engel ile sınırlamak istemiyor. Kurumların teamülleri, içtihatları ayak bağı kabul ediliyor. Suç tiplerine yasada yeri olmayan suç unsurları ilave edilerek gazetecilere gözdağı veriliyor. Mesleki faaliyet alanları daraltılarak oto sansür rutin hale getirilmeye çalışılıyor. Yandaş basın emir ve talimatları dorudan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ndan alan bir resmi bültene dönüşmüştü. Muhalif sayılan medyanın önemli bir bölümü de ağır para cezaları, ekran karartmaları, linç kampanyaları ile tedip edilerek, uysallığa zorlanıyor. Devletin kırmızıçizgilerine uymak konusunda yandaş olanlar ile olmayanlar arasındaki fark giderek silikleşiyor. Çok az gazeteci mesleğin evrensel ölçülerine bağlı kalmaya devam ediyor.
Devlet siyasetten uzaklaştıkça siyaset devletin içlerine doğru çekiliyor demiştik bir süre önce. Siyaset devlet içi kliklerin, hiziplerin, fraksiyonların aralarında yürüttükleri birer savaş alanına benzemeye başlıyor. Savaşta taraflar nasıl savaş hukukuna uymayı zaaf sayarlarsa iktidar içindeki kavgada da hukuka uymak, kurumsal sınırlara özen göstermek düşkünlük kabul ediliyor. Herkes gücü yettiğince diğerini tasfiyeye, itibarsızlaştırmaya, filli durumlarla ön almaya çalışıyor. Siyasetin devlete doğru yıkılması beraberinde devletin bilindik teamüllerinden uzaklaşmasını, koyduğu kuralları tanımamasını beraberinde getiriyor. 2010’lara kadar geriye götürebileceğimiz kurumlar arasındaki çatışma cemaatin bir kalkışması ile zirveye ulaşmıştı. Bu kalkışma devleti hala içinden çıkamadığı akut bir krize sürükledi.
Bugün yaşanılan ve neredeyse yapısal bir karakter edinen devlet krizleri en görünür biçimleri ile yargı alanında karşımıza çıkıyor. Gün geçmiyor ki yargı ile ilgili bir rezalet patlak vermesin. Devletin en kritik kurumlarından birisi olan yargının içine sürüklendiği durum kuruma olan saygıyı yerle bir ettiği gibi yurttaşlar açısından da adalete olan inancı zayıflatıyor ve hemen hemen yok derecesine indiriyor. Devletin en korunaklı, günlük çekişmelere en uzak durması gerekli kurumu devlet içi hiziplerin at koşturduğu bir alan haline gelmiş görünüyor. Yargının kalitesi yerlerde sürünüyor. Ehliyete, liyakate en fazla öncelik verilmesi gerekli olan kurumda bu ölçülerin hiçbirisi dikkate bile alınmıyor. Yargı devlet içindeki güçler tarafından rakiplerini yok etmenin, muhaliflerini cezalandırmanın, siyasal hedeflerine ulaşmanın aracı kılınmış vaziyette. Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan rejim savaşları yargı marifetiyle yürütülmüştü. Bugünde devlet içi klikler aslında daha doğru bir ifadeyle çeteler üstünlük mücadelesini yargı zemininde yürütüyorlar. Askerin kışlasına tıkıldığı, rejim içinde etkisiz hale getirildiği ve eskisi gibi darbelerle sonuç almanın çok riskli olduğu koşullarda yargıya hâkim olmak asıl iktidarı elde etmek anlamına geliyor. Hukuk marifetiyle muhalefeti sindirmenin, düşman hukuku ile cezalandırmanın maliyeti sanıldığında ucuz. İktidar yönetme teknolojileri içerisinde bu alanın kendine kazandırdığı rahatlığı çok erken fark etmişti. Muhalifleri normatif devlete tapındıkları için onların elini kolunu bağlamanın en etkili yolu yargıyı ele geçirmekti.
Yargının iktidar temerküzünün ve ilişkilerinin bir odağı haline gelmesi bu alanın önce yıpranmasını akabinde de çürümesini beraberinde getirdi. Modern devleti kendinden öncekilerden ayıran en önemli vasfı kâğıt üzerinde dahi olsa bir hukuk devleti olmasıydı. Ancak hukuk devleti olunduğu takdirde üretim ilişkilerinin eşitsiz kıldıklarını yurttaş kategorisi altında eşitleyebilirdiniz. Kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu toplumsal formasyonlarda biçimsel eşitlik, ancak hukuk devleti aracılığıyla sağlanabilirdi. Hukuk devletinden çıkış devleti modernite ile edindiği bütün özelliklerden uzaklaştırır bir çete oluşumuna indirger. Faşizmin en ayırıcı yanı devletin tıpkı çete gibi davranmaya başlamasıdır. Türkiye’de bir süredir bizzat yüksek yargının kendi içinden çıkan sesler devletin böyle bir oluşuma doğru ilerlediğini göstermektedir. Artık şikâyetler en üst perdeden dillendiriliyor. Eskiden kol kırılır yen içinde kalırdı. Artık saklanacak, gizlenecek bir kolda kalmadı.
Yargıtay 3.Ceza Dairesi’nin hem Anayasa Mahkemesini suçlayan hem de TBMM ayar veren kararı tam teşekküllü bir yargı darbesidir. Yargıtay üyeleri Anayasayı çiğnemiş, Anayasa Mahkemesi’nin yargıyı ve idareyi bağlayan kararını tanımamış ve tüm sınırları zorlayarak bir de mahkeme üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunma cüretini göstermiştir. Yargıtay Ceza Dairesi kararını hukuk içinde kalarak tartışmak, Anayasa’ya atıflar yaparak çürütmeye çalışmak beyhudedir, boş iştir. Yüksek yargının kendi için ayak bağı saydığı bir meseleyi ona hatırlatmak olana bitene gözlerini yummak demektir. Mesele siyasaldır ve ancak siyasal kavramı içinde anlaşılabilir. Cari devlet aklı hukukun yerleşik normları ile kendini bağlı saymak istememektedir.
Özledikleri rejim üstatları Necip Fazıl’ın İdeologya Örgüsü’nde tanımladığı ve tarif ettiği bir baş yücelik devletidir. Bu devlet baş yücenin ağzından çıkan kelamın kanun sayıldığı bir devlettir. Baş yüceyi bağlayan her hangi bir norm, kanun ve hukuk yoktur. Hukukun yaratıcısı, kanun koyucu bizzat baş yücenin kendidir. Böyle bir devlet yani anti hukukun bile lüzumsuz sayıldığı bir devlet sadece Necip Fazıl’ın hayali değildi. Gelmiş geçmiş bütün faşizmler böyle bir devleti tahayyül etti. İmkân bulduklarında ise tereddütsüz uygulamaya geçirdiler. Nazilerin iktidarında hukukun yaratıcısı Führerdi. Alman Geist’ı kendini yazılı hukuk ile bağlayamazdı. Enerjik, dinamik ve atılımcı Alman tini karşısında hukuk, ancak ayak bağı olurdu. Führer o ruhun maddeleşmiş haliydi ve neyin hukuk olup olmayacağına da, ancak o karar verebilirdi. Aynı şey aynı sertlikte olmasa da çizmenin El Duçe’si içinde geçerliydi. Duçe karizmasını Roma’nın imperiumlarından alıyordu. Hayali bir Pompei, Oktavianus veya Sezar olmaktı. Hareket her şey, şiddet onun kurucu unsuruydu. Şiddet filozofu Sorel’den etkilenmiş onu faşist hayallerine alet etmişti. Süreç olarak faşizmin içinden geçen Türkiye’de de hukuka çekilen muamele Führer’den, El Duçe’den pek farklı değil.
Bu saatten sonra hiç kimse memlekette bir hukuk devletinin varlığından söz edemez. Gazetecilik yapmasına karşılık iyi bir hukuk formasyonuna sahip olduğu anlaşılan Ali Topuz Türkiye’deki hukuka yok hukuk yani anti hukuk diyordu. Olanı nasıl olmayan ile karşılaştırırsak Topuz’da hukukun olmamasını yokluğu ile açıklıyordu. Son yaşadığımız kriz artık bunun bile ötesine geçildiğini gösteriyor. Türkiye modern bir devlet olmanın ayırıcı tüm vasıflarından kurtulmak istiyor. Bunları ayak bağı olarak görüyor. Devletin tekliği üzerinde gün yirmi dört saat tepinenler hukukta tekliğin altını oyuyor. Anayasayı yorumlama tekeline sahip yüksek mahkemeye bir başka yargı kurumu işini öğretiyor. Kapatalım diyenlerin talimatına uyarak suç duyurusunda bulunuyor. Bu bilinen anlamda bir devletin çöküşü, kendini inkârı ve başka bir şeye dönüşme aktivizmidir. Yurttaşlar olarak bunu görüp hukukun ipine dört elle sarılacak mıyız yoksa bu hale gelmesinde olduğu gibi aynı kayıtsızlıkla geçiştirerek yaşamaya devam mı edeceğiz? Yanıtını veremediğimiz taktirde karanlık bir tünelin içinde kaybolacağız.