2004 ya da 2005 yılıydı. Memleketime, doğup büyüdüğüm, ortaokulu okuduğum YOMRA ilçesine gitmiştim. Güneşli bir yaz günüydü. Çocukluğumun en güzel günlerini geçirdiğim, şimdi kocaman kayalarla mahvedilmiş sahilini görmek ve acıklı halini fotoğraflamak istiyordum.
Karadeniz sahil yolu birçok ilçenin kumsalını yok ettiği gibi YOMRA'nın da kumsalını yok etmişti. Binlerce yılda oluşan o güzelim kumların ve ovalleşmiş, adeta zımparalanmış rengârenk damarlı çakıl taşlarının yerinde şimdi tonlarca ağırlığında kayalar vardı.
Dalgalar inatçı bir şekilde kayaları dövüyordu.
Deniz adeta küsmüştü.
Acıklı bir manzaraydı. Sol yanıma, yüreğime hançer saplanmış gibi hissettim. Elimde analog bir fotoğraf makinesi vardı. Kayaların üzerinde yürüyor, bir taraftan da bu sahili yok eden zihniyetin amacını sorgulamaya çalışıyordum.
Biraz yürüdükten sonra yüz metre kadar ileride kayaların üzerinde deniz suyuna ulaşmaya çalışan çocukları gördüm. Bunlar sekizle on bir, on iki yaş arası kız ve erkek çocuklarıydı. Denize girmeye çalışıyorlar ama koca kayalar onları engelliyordu. Kayaların arasına düşmeleri, sıkışmaları hatta boğulmaları da mümkündü. Ama suyla oynamaktan da vazgeçmiyorlardı. Eğilerek kafalarını suya sokuyorlardı. Biraz daha arkada anneleri kayaların üzerine oturmuş örgü örüyor, aralarında sohbet ediyorlardı. Bu sahilin acıklı halini bundan daha iyi anlatacak bir manzara bulunamazdı.
Analog makinem çekime hazır elimdeydi.
Üç, dört kare çekim yaptım. Filmin banyosunu ve kart baskısını yaptırdığımda fotoğraflar şahane ama manzara korkunçtu.
20.yüzyılda düşüncesizliğin, medeniyetsizliğin, yobazlığın anıtını kayıt altına almıştım.
Çekimlerden sonra buradaki kadınların ve çocukların Ağrı'dan gelen inşaat işçilerinin eşleri ve çocukları olduklarını öğrendim.