AKP iktidarı hiçbir zaman Cumhuriyetin geleneksel dış politika ilkelerini benimsememiştir. Gerçi bu dönemi de ikiye ayırmak gerekir. Birinci dönem 2.Paylaşım savaşının sonuna kadar devam eden, soğuk savaşın başlamasıyla biten dönemdir. Bu dönemde kapitalist dünya düzeninin en büyük gücü olan Britanya emperyalizmi ile yeni bir düzen adına ortaya çıkan SSCB arasında bir denge kurulmuştur. Elbette tercih edilen düzen gereği siklet merkezi Batı'ya dayanmıştır.
Soğuk Savaşın başlamasıyla birlikte denge politikasını sürdürmenin imkansız olduğunu düşünen İsmet Paşa, Batı sisteminin dayatmalarına dayanamayarak tercihini o dönem emperyalizmin başat gücü olan ABD emperyalizminden ve Batı'dan yana yapmıştır. SSCB'nin isteklerinin böyle bir tercihte bulunmayı zorunlu kıldığı yönündeki açıklamalar palavradan ibarettir. Yalçın Küçük '' Türkiye Üzerine Tezler '' dizisinde bu durumu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur.
Soğuk Savaşta anti-komünizm temel politika olarak belirlenince içeride Cumhuriyetin restorasyonuna hız verilmiştir. Cumhuriyetin enerjisini peyder pey kemiren güçler dışarıdan da almış oldukları destek ile içeride korku jeneratörünü çalıştırarak tamboy toplumu teslim almaya yönelmişlerdir. Bunun sonu Nato'ya girmek için Kore'ye asker göndermeye kadar varmıştır. Mazlum milletlere örnek olan bir kurtuluş mücadelesi verdiğini iddia eden bir ülke üçüncü dünya olarak bilinen milletlerin sömürgecilikten kurtulma mücadelelerine sırtını dönmüştür.
CHP iktidarının son dönemlerinde hız kazanan Cumhuriyetin gerçekleştirdiği dönüşümlerinden uzaklaşma DP iktidarı ile adeta mantıksal sonuçlarına ulaşmıştır. ABD hayranlığı hem devlet katlarından hem de sermaye sınıfından başlayarak tüm topluma yayılmak suretiyle Mahir Çayan'ın '' emperyalizmin içsel bir olgu '' haline gelmesi dediği süreç tamamlanmıştır.
Yine de Gazi'nin bir dış politika düsturu olan '' yurtta sulh cihanda sulh '' anlayışına olan bağlılık kağıt üzerinde devam ettirildiği için Menderes'de, Demirel'de iktidarları emperyalizm tarafından gözden çıkarıldığında kontrollü biçimde SSCB'ye yakınlaşma politikası gütmüşlerdir. Soğuk Savaş döneminde Nato ile ilişkiler asıl olarak Silahlı Kuvvetler üzerinden yürütüldüğü, dış politikada da son söz devlet içindeki ağırlığı nedeniyle askerde olduğundan, ciheti askeriye de bu gücünü daha emperyalizm yanlısı bir politika izleyerek sürdürmüştür. İsteyen 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül bildirilerine bakabilir.
Bu dönemde Batı ile sürtünmenin yaşandığı tek dış politika başlığı Kıbrıs meselesidir. Nato'nun güney kanadını oluşturan, Batı tarafından kendilerine '' tampon ülke '' muamelesi çekilen Yunanistan ile Türkiye, 50'li yıllardan başlayarak pekçok defa çatışmanın eşiğinden dönmüş en nihayetinde iş 1974 Kıbrıs çıkarmasına kadar varmıştır. Ancak 12 Eylül olup askerler idareye el koyduğunda ilk yaptıkları iş de Yunanistan'ın Nato'nun askeri kanadına dönmesine izin vermek olmuştur.
Bu dönemlerde Türkiye soğuk savaşın en sert yaşandığı ülkelerden birisidir ve Nato'ya üyelik ile birlikte de emperyalizmin daha fazla
kontrolüne girilmiştir. Osmanlı'nın son yüzyıllarından başlayarak Batı'ya öykünme, taklit etme beraberinde çağdaşlaşma ve modernlik vizyonunu da getirmiş, AB'nin kuruluşuyla birlikte de bu oluşumun içinde yer almak bir medeniyet ufku olarak benimsenmiştir.
Ortadoğu'daki çatışmalardan mümkün olduğunca uzak durulmaya çalışılmış, Filistin meselesinde ikircimli bir politika izlenmiş ise de Filistin meselesinin asıl sahiplenicileri bu uğurda can veren, savaşan devrimciler olmuştur. Baasçı rejimlerden rahatsızlık duyulmuş, Irak, Suriye ve Mısır'daki gelişmeler iyi karşılanmamış, İsrail ile olan ilişkiler ise onu tanıyan ilk ülke olma sıfatından başlayarak sürekli gelişmiştir.
1979 İran Devrimi, Afganistan'da SSCB peyki bir iktidarın oluşması nedeniyle ABD yeşil kuşak politikasını 1980'li yıllardan itibaren hayata geçirmeye karar vermiş; bu dönem aynı zamanda küreselleşme denen sermayenin kendi suretinde dünya yaratma atağı ile neoliberal karşı devrimin hız kazandığı bir dönem olarak yaşanmıştır.İçeride değişen sermaye birikim modeli ile birlikte doygunluğa ulaşan sermaye güçleri dışarıda iştahlı biçimde kendilerine yeni değerlenme alanları aramaya başlamış ve Özal bu dönemin en tipik siyasi figürü olarak sivrilmiş, şahsında pek çok eğilimi cisimleştirmiştir. Askeri diktatörlük döneminin başbakan yardımcısı, Sabancı grubunun genel koordinatörü, 1977 seçimlerinde Erbakan'ın İzmir milletvekili adayı ve sıkı bir nakşidir. Yeni dönemin ruhu onda maddeleşmiştir adeta bir de Dünya Bankası dönemini unutmayalım.
İçeride toplumu dinselleştirme, tarikat ve cemaatlerin devlet tarafından önünün açılması ile sermayenin Müslüman coğrafyalarda taahhütlük işleri alması atbaşı gitmiştir. Körfez ülkeleri, İran-Irak savaşının çıkardığı fırsatlar, Libya'nın inşasından alınan paylar, Suudi ailesi ile kurulan özel ilişkiler Türkiye'nin önüne yeni fırsat alanları açmıştır.
Sovyet düzeninin yıkılması iştahları kabartmış, '' 21.yy'ın Türk yüzyılı '' olacağından dem vurulmuş '', Demirel'in veciz ifadesiyle ''Adriyatik'ten Çin Seddine '' kadar bir hayal köprüsü inşa edilmişse de sermayenin çapsızlığı, aç gözlülüğü devlet içindeki fraksiyonların ufuksuzluğu ile birleşince ortaya Azarbeycan'daki darbe fiyaskosu çıkmıştır. 28 Şubat ile dış politikaya askerlerce bir ayar verilmiş, bunun sonucunda İsrail ile 1997 yılında tarihi bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma bugün İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin derinliğinde bir vasat ortaya çıkarmıştır. Batı yönelimli sermaye ciheti askeriye ile içerideki siyasal islamın yükselişini frenlemeye çalışırken dış politikayı da İsrail çıpasına bağlamıştır.
Bu sürecin sonunda 2002 yılında AKP iktidara geldi. Milli Görüş hareketi içerisinden doğan Adalet ve Kalkınma Partisi, sistem partilerinin 2001 büyük ekonomik krizi karşısında çökmesi üzerine emperyal güçlere uyumlu hareket edeceği güvencesini vererek işe başladı. Milli görüş çizgisinin Batı'ya mesafeli yaklaşımı karşısında partiyi kuranlar hem içeride meşruiyet kaybına uğrayan sistem açısından taze bir kan hem de 2001 yılında ikiz kulelere yönelik El Kaide saldırıları karşısında bütün bir İslam coğrafyasını terörizmle özdeşleştiren ABD emperyal aygıtı tarafından buralara önerilecek '' ılımlı İslamı '' temsil eden yepyeni bir modeldi. AKP'yi kuranlar daha yola çıkarken '' kullanılıp atılmayı '' kabul etmişlerdi. İlk çıkartmalarını Batı'nın emperyal merkezlerine yaptılar. İçeride devleti oluşturan tarihsel bloktan istediği desteği alamayan ve hatta niyetleri sık sık sorgulanan parti yöneticileri çareyi emperyal merkezlerin o güçler üzerindeki tazyikine bağlamışlardı. İçeride rejim içinde hakim olan asker ve sivil yüksek bürokrasinin etkinliğini kırmak için AB ipine sımsıkı sarıldılar. Devletin döl yatağında palazlanmış ve bir türlü hakim sınıf gibi davranamamış olan Batıcı burjuvazinin de hesabına geliyordu AKP'nin iktidarı. Çünkü burjuvazi sermaye süreçlerine hakim olmuş ise de Devletin genetiği gereği ne Devlet aygıtı üzerinde dolaysız bir söz hakkına sahipti ne de siyasal süreçleri doğrudan yönetebiliyordu. Şimdi ilk defa yaygın bir halk desteğine sahip olan sivil toplumcu, burjuva liberal tezleri araçsallaştıran bir iktidar gerçeği vardı. AKP'nin de kullanıp atacağı ittifaklara ihtiyacı vardı. Sol, sosyalist çevreler dışında hemen herkes büyük aymazlık içerisinde dinci bir hakikat rejimine sahip olan bu partinin '' demokrasi trenine '' gönüllü olarak yazıldı.
Hele AB'den müzakere tarihinin alındığı gün Ankara'da gündüz vakti havai fişekleri patlatıldı. Gerçi 2003 yılında bir yol kazası yaşanmadı değil. Genelkurmay'ın ayak sürçmesi, AKP içindeki milli görüşçülerin etkisi ile Irak tezkeresi geçmesi için gerekli olan çoğunluğu bulamadı. Ama ABD yönetici çevrelerinin AKP'nin görevini yerine getirdiği konusunda tereddütü yoktu. ABD, operasyon aygıtı cemaat ve onun yargıdaki uzantıları Ergenekon davaları ile silahlı kuvvetleri hallaç pamuğu gibi attılar.
Bu yıllar aynı zamanda herkesin küreselleşmeye iman ettiği, dünyadaki sıcak paranın değerlenmek için Türkiye gibi gelişmiş çevre ülkelere yüzünü döndüğü yıllardı. Derviş zaten Devletin ekonomiye müdahale araçlarını piyasaya devretmiş, tarımı tamamıyla dışa bağımlı kılınmış, üretimi bırakmış ve kamu varlıklarının sermayeye peşkeş çekileceği bir ekonomik ortam yaratmıştı. Sıcak paranın girişi ile toplumdaki tüketim çılgınlığı zirve yapmıştı. Bu durum AKP'nin de işine geliyordu, çünkü rıza tabanını her geçen gün genişletiyordu. AKP'nin rıza tabanını genişletmesi seçmen desteğinin çoğalması, iktidarının tahkim edilmesi ve dinci söylemin toplumu bir yağ lekesi gibi kaplaması anlamına geliyordu. Bu yıllarda dış politikadaki düstur '' sıfır sorun '' idi. Türkiye '' ılımlı İslamın '' temsilcisi model ülke, yüzünü AB'ye dönmüş çevresindeki çatışma alanlarına '' sıfır sorun '' ilkesi ile yaklaşan, yumuşak gücü öne çıkaran bir bölgesel güç namzediydi.
Bu hikayenin yaldızları 2008 Dünya ekonomik krizi, AKP'li birinin Cumhurbaşkanı seçilmesi ve artık bu partinin devlet aygıtına hükmetmesi ile dökülmeye başladı. Bu döneme kadar hem içeride hem de dışarıda hakim güçlerin bir kısmınca gücü sınırlanan bu partinin gücünü sınırlayabilecek tüm bariyerler birer birer ortadan kalkıyordu. Dolayısıyla AKP artık ne ise o idi. Freud'cu bir jargonla kendi olunca tüm bastırdıkları da hortlaklar gibi ortaya çıkıyordu. Bunlar toplumu kendi dinsel söylemi etrafında yeniden kurmak, o güne kadar ittifak yaptıkları ile artık ihtiyacı kalmadığı için köprüleri atmak, 2011 yılında Arap Baharı'nın başlamasıyla birlikte ise fütuhatçı ve İhvan Enternasyonaline dayalı bir dış politika.