Çukurova Sıla Ben Gurbet

Yaşar Erkmen

(Bir kitap eleştirisi)

Yaylada bahçe işlerinden arta kalan zamanımın büyük bir kısmını okuma ve yazmaya ayırıyorum. Bahçede yapılması gereken işleri yapabilmek ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek için nasıl ki beslenmek gerekiyorsa yazıp çizmek için de okumak, yani kültürel olarak beslenmek gerekiyor.

Okumadan, birikim sağlamadan etkili ve verimli yazı yazmak mümkün olmuyor. Olsa da kendini tekrar etmekten öte geçmiyor. Bu yüzden öğrencilerime de her fırsatta,

“Okumak şarj olmak, yazmak boşalmaktır.” derdim.

Dolayısıyla iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamıyor. Bu önermeye uygun olarak yaylaya gelirken yanıma her zaman birkaç kitap alırım. Bu yaz, daha çok kitap fuarında kitap alışverişinde bulunduğumuz Adanalı yazar ve şairlerimizin birikmiş kitaplarını okumak istiyordum.

Dün gece bitirdiğim bir kitaptan söz edeceğim. Yazarı su katılmamış bir Adanalı olmasa da liseden itibaren yaşamaya başladığı Adana’yı öylesine özümsemiş ve benimsemiş ki “Allah’ına gadar Adanalıyık!” diyecek duruma gelmiş.

Doğma büyüme Adanalıyım ama onun Adana’yı ve Adanalıyı anlatmasını okuyunca köy türkülerini dinleyip de şairliğinden utanan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu anımsadım:

“Şairim

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası

Ayak sesinden tanırım

Ne zaman bir köy türküsü duysam

Şairliğimden utanırım.” dizelerinde dediği gibi ben de Adana’yı onun kadar güzel anlatamadığım için yazarlığımdan utanır gibi oldum.

Yazarımız şiirsel bir dil kullanıyor. Öykülerinde, düz yazıda seci dediğimiz iç uyağa sıkça yer veriyor. Bunun nedenini, kitabın arka kapağında yer alan, Ali Ozanemre’nin güzel yorumunu okuyunca anladım. Bu kitabın, yazarımızın ilk öykü denemesi olduğunu, daha çok şiir kitaplarıyla tanındığını da öğrenmiş oldum.

Öykülerinde Çukurova’yı ve Çukurovalıyı anlatmış. Çocukluğuyla ilgili bir iki anı öyküsüyle Isparta ve Burdur yöresinde kısa bir gezintiye çıkmış, üniversite yıllarında ise çektiği çilelerden dolayı Erzurum’a bir selam çakmış olsa da oralarda pek oyalanmadan Adana’yı anlatan öykülere dönmüştür.

Kahramanları yöresel ağızla konuşturmak kolay değildir. Bilgi, birikim ve cesaret ister. Kısacası, o yörenin konuşma tarzına hâkim olmak gerekir. O, bu cesareti gösteriyor ve çok da başarılı oluyor. Yeri geldikçe ninelere, külhanbeylere, ırgatlara ve kâhyalara sözü bırakıyor. Onlar da güzelim Adana ağzıyla kulağımızın pasını siliyorlar.  

Kitaptan tadımlık bir örnek vereyim:

“Allahsızlık yapmayın lan! İçinizde belki bir, belki birden fazla dümbük bu çiftliğin erzakını iç ediyor, farkındayım. Siz avel mi bellediniz lan beni? Hacet giderecek, çimecek yeriniz yoktu şerefsizler! Bakın birinizi elime almadan her kim bu boku yediyse efendice çıksın ortaya, edebiyle defolsun gitsin! Suçüstü yakalarım, dinime Allah’ıma malamat ederim!”

Yazar, işi gereği (sanırım ziraat mühendisi) Çukurova’nın köylerini, insanlarını çok iyi gözlemlemiş, akıcı bir üslupla anlatmış.

Editörlük de yaptığım için, okuduğum kitaplardaki yazım, noktalama ve anlatım bozukluklarına özellikle dikkat ederim. Bu konuda yazarı, Karahan Yayınlarını ve kitabın editörü Seyfi Karahan’ı da kutlarım. Ortaya hemen hemen kusursuz bir kitap çıkarmışlar.

Kitabın eleştirilecek yanı hiç mi yok, derseniz hemen yanıtlayayım.

Olmaz mı?

Öykü kitabı olarak basılmış ama kimi yazılar bilinen öykü tanımının dışına çıkmış. Yazar, sanki farklı bir anlatım tarzı ve kurgusu denemiş.

Kitabın adının kaynağı merak edilir. Ben de doğal olarak kitaba adını veren öyküyü merak ettim. Kitabın adı, yazarın yaşamını çağrıştıran küçürek (minimal) bir öykü gibi ilginç ve etkileyiciydi: Çukurova Sıla Ben Gurbet.

Okuyunca hayal kırıklığına uğradım. Yazar öykünün yanından bile geçmeyen bu son yazıyı, “Özgeçmiş niyetine…” notuyla yazmış. Şiirsel bir dille başlamış, Adana’nın özelliklerini sıralamış, Çukurova’nın yetiştirdiği ünlülere resmigeçit yaptırmış. Buraya kadar iyi, güzel diyebiliriz ama bundan sonrası bir teşekkür mektubuna dönmüş. Öyle ki, tanıdığı tüm kişilerin adını, onları çağrıştıracak özellikleriyle bir bir sıralamış. Yüzlerce kişinin arasında o kadar tanıdık isim vardı ki, bir ara kendi adıma da rastlar mıyım diye bir umuda kapılıp dikkat kesildim. Neden beni de yazmamış diye sitem edecekken kitabın basım tarihine baktım, 2016’ydı. 2021 sonrası olsaydı beni de yazardı herhâlde diye düşünerek kendimi teselli ettim.

Kitabın adını yazdım ama yazarını yazmaya fırsat bulamadım. Kendisini şahsen tanırım. Bir araya gelip de “iki lafın belini kırmış” değiliz. Hatta, adının başındaki M harfinin hangi adın kısaltması olduğunu da bilmem.

Kitabın adını yazının başlığında görüyorsunuz. Yazarı, M. Gıyasi Aydemir.

Son söz: Adana âşığı bir Ispartalının Çukurova’yı anlattığı, okunası bir kitap.