Çin ne yapacak?

Hacı Hüseyin Kılınç

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon her dört yılda bir ulusal strateji belgesi hazırlar. Kamuoyu bu belgeden, ancak yayınlanmasına izin verilen özeti aracılığıyla haberdar olur. Belgenin tamamı bu işle özel olarak ilgilenen kurumlarda çok gizli ibaresiyle saklanır. Son ulusal strateji belgesi geçtiğimiz ay hazırlandı ve kısa bir özeti basına servis edildi. Belgeye göre ABD açısından öncelikli tehdit Çin. Amerikan ulusal stratejisi Çin’i bir numaralı tehdit olarak değerlendiriyor. Dört yıl önce hazırlanmış belgede öncelikli tehdit Ortadoğu’daki gelişmeler ve ‘dinci terör’dü. Demek ki küresel gelişmeler Çin’i öncelikli tehdit düzeyine yükseltmiş. 

Trump döneminde de Çin’i çevrelemek ve küresel yükselişini engellemek için bir dizi adım atılmıştı. Trump daha izolasyonist bir politika izlerken Çin kapitalizminin yükselişini Amerikan halkını teyakkuza geçirmek için kullandı. Dünya şimdi Ukrayna savaşı ile yatıp kalkarken en büyük emperyalist gücün Çin’i tehdit olarak saptaması gözlerden kaçabiliyor. Atılan  adımlar ABD’yi tahtından indirip küresel güç merkezi olma ihtimali yoğun biçimde tartışılan Çin’i bu yönelimlerden caydırmaya dönük. Şimdi Ukrayna Savaşı bahane kılınarak dolaylı adımlar atılıyor. Belge ‘ müttefikleri ve ortaklarına karşı stratejik saldırıları caydırmayı ‘ ikinci öncelik koyarken ‘ Hint-Pasifik’te Çin ile mücadeleyi, Avrupa’da Rusya’yı engellemeyi ve saldırganlıklarından vazgeçirmeyi ‘ diğer tehdit unsurları sayıyor. Bu tehditleri bertaraf emek için ‘ esnek bir müşterek kuvvet ve savunma ekosistemi oluşturmak ‘ gerektiğini söylüyor.

Küreselleşmenin emperyalist güçler arasındaki rekabeti ve jeopolitik ihtirasları gemleyeceği dönem geride kaldı. Soğuk savaş sonrasında küreselleşmenin uzun bir barış dönemini başlatacağı, ülkeler arasındaki savaş riskini yok denecek seviyeye indireceğine dair beklentilerin üzerinden henüz çok fazla bir zaman geçmiş değil. Savaş riskinin emperyalist ve jeopolitik hırslar yok olmadığı sürece var olmaya devam edeceği kanaati giderek güçleniyor. Kant ‘ ebedi barış ‘ döneminin ya insanlığın yüksek bir iç görüye ulaşması ile ya da yıkıcı etkisi tam bir felaket olacak olan bir savaştan çıkartılacak derslerden sonra gerçekleşeceğine inanıyordu. Dünya küresel iklim krizi, gıda güvenliği gibi risklerle karşı karşıya olmasına rağmen Kant’ın umduğu iç görünün hala uzağında bulunuyor. İki cihan savaşından yüz milyon insanı kaybederek çıkan insanlık savaşlardan yeterli dersleri hala çıkarabilmiş  değil. 

Birinci dünya savaşı öncesinde de dünya bugünkü gibi büyük belirsizlikler içinde bulunuyordu. İngiliz burjuvazisinin has temsilcilerinden biri olup 20.yüzyılın başında emperyalizm tartışmalarının fitilini ateşleyen Hobson İngiliz-Boerler savaşını inceleyerek küresel rekabetin bir dünya savaşı ile sonuçlanma ihtimalini çok yüksek görüyordu. Hobson İngiliz emperyalizmini egemenliği altına alan finans sermayesi ile hızla yükselen bir güç haline gelen ve mali sermaye ile sanayi sermayesinin daha özgül bir bileşimine sahip Alman kapitalizminin er veya geç bir savaşa tutuşacağını iddia ediyordu. 
 
Çin’le ilgili hacimli bir kitap yazan Henry Kissinger eserin sonuna doğru Çin-ABD ilişkilerinin geleceğine ilişkin varsayımlarda bulunurken tarihi bir anekdotu hatırlatır. Bu örneğe geçmeden önce biraz Kissinger’ın varsayımları üzerinde duralım. Çin -ABD yakınlaşmasının mimarı olan kurt diplomat çatışma yerine işbirliği modeli teklif ediyor taraflara. ABD politika yapıcılarına Çin’i doğru değerlendirmeleri için tavsiyelerde bulunuyor. Çatışmadan nasıl kaçınacaklarına dair ders mahiyetinde anekdotlar anlatıyor. Ama diplomasideki realist ekolün en mümtaz temsilcisi sayabileceğimiz Kissinger çatışma ihtimalini de yok saymıyor. 

Kissinger Çin ile ABD arasındaki çatışma ihtimaline değindiği bölüme  ‘tarih kendini tekrarlar mı’ başlığını verir ve bu ihtimali ‘ Crowe muhtırası ’ ile somutlaştırır. Emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin bir cihan savaşı yaratma potansiyelini o dönem sadece Marksistler öngörmüyordu. Seçkin diplomatlar arasında da bu ihtimali hesaplayanlar vardı. Bunlardan birisi de Britanya Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir görevli olan Eyre Crowe’du. Crowe Almanya’nın yükselişini dikkatli biçimde inceleyerek spekülasyonlar bulunuyordu. Kariyer diplomat olan Crowe Almanya’nın niyetini denizlerde güçlü bir donanma bulundurma, deniz gücü olma arzusu ile test ediyordu. Önemli bir karasal güç haline gelmiş olan Almanya denizlerde rakipsiz olan Britanya’ya yetişmek için güçlü bir savaş filosu kurma adımları atmaya başladı ise bu durum er veya geç çatışmayı tetikleyecekti. Britanya devleti bu durumu yakından izleyerek gerekli tedbirleri bir an evvel almalıydı. Kissinger Crowe’un çok itibar edilmediğini belirttiği raporunun kıymetinin ancak savaşın çıkmasıyla fark edildiğini söyler. 
 
Jeopolitik fikriyat henüz bir nüve halinde iken dahi rekabeti deniz ve kara gücü ayrımına tabi kılıyordu. Emperyalizmin daha doğmadığı bir evrede medeniyetler, kıtalar,ülkeler deniz ve kara gücü olarak tasnif ediliyordu. Bugün de jeopolitik değerlendirmelerde hala bu ayrımın esas alındığını belirtelim. Crowe Bismarck ile birlikte Almanya’nın orta Avrupa’daki otuz sekiz devletçiği kaldırarak kıtasal açıdan önemli bir güç haline geldiğini anımsatıyordu. Bu birleşmelerle jeopolitik ihtirasları artan Prusya’nın mutlaka engellenmesi gerektiğini üstlerine söyledi. 

Kissinger’da bir tarafı kendisi gibi Alman olan Crowe’u hatırlatarak ABD karar vericilerini Çin konusunda dikkatli olmaya davet ediyor.
ABD’nin Çin’i bir numaralı tehdit olarak değerlendirmesi paranoya değil. Üretim kapasitesi, ticari ağları, insan gücü ile Çin ABD’nin bırakmak zorunda kalacağı küresel rol için en ideal aday. Devrimden sonraki otuz yılı savaş ve kargaşa içinde geçiren bu dev ülke Deng’in 1979’da başlattığı piyasa reformları ile küresel çatışmaların uzağında durmayı tercih eden bir yola girdi. Modernizasyon, kalkınma ve yoksulluğu yenme öncelikli tercih oldu. Çin kendi modelini devrim yoluyla dünyaya yayma isteklerinden vazgeçti. Sovyetlerin barış içinde bir arada yaşama isteğini revizyonizm olarak değerlendiren çevreler nazarında Çin en önemli dayanak noktasıydı. Sınıf mücadelelerinin asıl devrimden sonra yoğunlaşacağı yönünde Mao’nun yaptığı değerlendirmeler keskin solcular için büyülü laflardı. On yıl süren kültür devrimi Sovyet durağanlığı karşısında Çin’i bir kutup yıldızı haline getirmişti. Sonradan büyük pişmanlıklar gösterilse de kültür devrimi yılları Çin toplumunu allak bullak etti. Büyük bir kargaşaya yol açtı. 

Fırtınalı otuz yıldan sonra Çin Konfüçyüsçü bir huzur ve uyum dönemine girmek istiyordu. Bu işin mimarı da bizzat Mao’nun kendisiydi. Dörtlü çetenin tasfiyesi, Mao’nun ölümü Deng’e kafasındakileri hayata geçirme fırsatı verdi. Çin en büyük sınamayı 1989’da Tienanmen olayları sırasında yaşadı. Doğu Avrupa rejimleri çökerken, Sovyetler ağır bir savrulmanın içindeyken dünya Çin’i de benzer bir akıbetin beklediğini düşünüyordu. Ancak güçlü bir mandarin geleneğinden gelen Çin, demir yumruğu ile taviz vermeye yanaşmadan bu sarsıcı dönemi atlattı. Çin’in belki de demokratikleşmesine fırsat verecek bu dönem ÇKP’nin esnemek yerine otoriterliğe yüklenmesiyle tamamlandı. Kıyı bölgelerini piyasa ilişkilerine açan Çin, köy komünlerini de peyder pey dağıtarak kırda da özel mülkiyeti özendirmeye başladı. 

İmparatorluk mirasının çok güçlü olduğu kıta ölçeğindeki bu büyük ülke tarih boyunca her zaman mandarinler tarafından yönetilmişti. Bürokrasinin Çin tarihinde yaklaşık dört bin yıllık bir geçmişi bulunuyor. 1949 yılında gerçekleşen devrim Çin tarihi açısından gerçek bir milattır. Devrim öncesi yüz yılda iki defa sömürgeci işgale maruz kalan, Afyon savaşlarını yaşayan, Japonya tarafından işgal edilen ülke antiemperyalist, anti feodal bir devrimle yeniden bağımsızlığına kavuştu. Dört binyıllık tarihinde hiçbir zaman işgale maruz kalmamış, kendine yeterliği ile izole bir hayat sürmüş ve kendini dünyanın merkezi olarak görmüş bir uygarlık açısından devrimden önceki yüzyıl gerçek bir dramdı. 

Devrimi olmasaydı bugünkü Çin asla olmazdı. Devrim Çin’e yüksek bir özgüven kazandırdı. Otuz yıllık fırtınalı dönem Mao’nun ölümüyle kapandığında Çin açısından yepyeni bir dönem başlıyordu. İç gelişmesine yoğunlaşan Çin özellikle 2008 dünya krizi sırasında tüm ülkeler küçülürken, ekonomik verileri gerilerken kesintisiz büyümesini hız kesmeden sürdürdü. Çin’in küresel güç olabileceğine ilişkin değerlendirmelerde bu dönemde çoğalmaya başladı.