Yayla sezonunu bitirip güzelim Adana’mıza salı günü döndük. Gün akşam olmuş, güneş kayıplara karışmıştı ama arabayı boşaltmak için harcadığım çaba, beni kan ter içinde bırakmıştı. Daha dün bu saatlerde, yüz kilometre ötedeki yayla evinde, sobayı aç çocuk gibi besliyorduk.
Kendimi duşa zor attım. Bütün kapı-pencereler açık vaziyette, şort ve tişörtle biraz rahatlayıp televizyonun karşısına geçtim.
Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’nde, Bayern Münih’le çok önemli bir maçı vardı. Bir Fenerli olarak iyi olan kazansın diyordum ama yine de gönlüm ülke sevgisi ve puanı nedeniyle bir tık Cimbom’dan yanaydı. Sarısı neyse de(ortak rengimiz) kırmızısından bir İspanyol boğası gibi olumsuz etkilendiğim “bizim takım”, ilk golü erken yemesine rağmen çabuk toparlanmış ve dünya devini sahadan silmişti.
Almanlar neye uğradıklarını şaşırmış, gol attıklarına bin pişman olmuş gibiydi. Sahalarından çıkamıyor, üç pas yapamıyor, organize bir hücuma kalkamıyorlardı. Cimbom, Bayern’i kendi sahasına sıkıştırmış, nefes aldırmıyor, üstünde tepinip duruyordu. Sağdan Boey, soldan Kerem’in hücumları Bayern surlarında gedikler açıyordu. En gerilerden Kaan ve Abdülkerim de ataklara katılıyor, gol sinyali veriyorlardı. Bayern’in iyi bir kalecisi olmasa üç beş gol yemeleri işten bile değildi.
Icardi’nin kaleciyi madara eden Panenka penaltısının etkisinden miydi neydi, Bayern gardı düşmüş bir boksör gibiydi. Cimbom, Bayern Münih’i deyim yerindeyse kum torbasına çevirmişti fakat tabela hâlâ değişmemiş, beraberlik sürüyordu.
Bu sıcağa kar mı dayanır diyordum ki Alman takımı benim gibi tüm sporseverleri ters köşeye yatırdı. Yetmiş beşinci dakikadan sonra sazı eline alan Bavyeralılar, Cimbom’la kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı. Maç, Almanlar için bir antrenman maçına döndü ve gol nasıl atılır dersi vermeye başladılar. Galatasaraylı futbolcular da bizim gibi, Almanları seyretmeye başladılar. Bir taraf maça yeni başlamışçasına koşuyor, diğer taraf yorgunluktan bitap düşmüş bir hâlde yürüyordu. Maç, benim gibi veteranlarla faal futbolcuların halı saha maçına dönmüştü.
Maçın uzamaması ve bu skorla bitmesi, tüm Cimbom’luları ve en çok da Okan Buruk’la sahada yürüyen sarı-kırmızı formalıları sevindirmiştir sanırım. Çünkü tarihî bir hezimet gelebilirdi. Almanlar da Hitler gibi acımasız davranmadılar, ülkelerindeki Türkleri de düşünerek son dakikaları al gülüm, ver gülüme çevirip süreyi doldurdular.
Büyüklük göreceli bir kavram, sana göre, bana göre, bulunduğu ortama ve koşullara göre değişebilir. Kiminle dans ettiğine bağlıdır. Bir takım, Süper Lig’de büyük takım olurken Şampiyonlar Ligi’nde acı gerçek ortaya çıkıveriyor.
Bu maçtan en büyük dersi, futbolculardan çok genç teknik direktör Okan Buruk almıştır sanırım. Kolay yollardan büyük takım olunmuyordu. Bu maç da göstermiştir ki teknik becerimiz iyi olsa da fizik gücümüz, büyük takımlara karşı hâlâ yeterli değil.
Perşembe günü Avrupa’da iki takımımız daha boy gösterecek. Bu iki takımımız, Galatasaray’a göre daha kolay takımlarla karşılaşacaklar. Ama her şeyde olduğu gibi futbolda da işi ciddiye almak gerekiyor. Kolay maç ya da kolay rakip yoktur. Maç, masada ya da kâğıt üstünde değil, sahada kazanılıyor. Bu vesileyle Sarı Kanarya’ya ve Kara Kartal’a başarılar diliyorum.