CHP’nin vizyonu yeni bir inşayı, kuruluşu değil mevcut halin restorasyonunu hedefliyor. Bilindiği gibi restorasyon devrim ve karşı-devrimleri takip eden dönemlerde gündeme gelir. Karşı-devrim de son tahlil de bir devrim olduğundan restorasyon devrimin açtığı alanı düzlemeye, aşırılıklarını törpülemeye, ama kazıdıklarına dokunmamaya yaslanır. Vizyon olarak anlatılanlar AKP’nin Derviş aracılığıyla temelleri atılan ve Babacan üzerinden sürdürülen programına sadık kalınacağını vaat ediyor. Derviş ve AKP’nin kuruluş döneminin Türkiye’nin ve özellikle dünyanın çok özel bir dönemine tekabül ettiğini göz ardı ediyor.
Bilindiği gibi bu dönemde ülkeye milyarlarca dolar sermaye girmişti. Üstelik bu gelen sermaye şimdilerde iddia edildiği gibi ‘kirli’ de değildi. Londra’dan, New York’dan ve başka küresel finans merkezlerinden geliyordu. Gelmek için ayrıcalık talep ediyor ve önlerine kırmızı halılar seriliyordu. Borsaya, türev piyasalara yoğun biçimde aktılar. Bankacılık sektörünün büyük kısmını ellerine geçirdiler. İçerideki büyük sermaye ile ortaklık kurdular. Örneğin Trump İstanbul’un göbeğine Aydın Doğan ile birlikte iki kule dikti. Gelen paranın çok az bir kısmı doğrudan yatırıma yöneldi. Bunlar da Türkiye sanayisinin ihtiyacı olan kritik sektörlere değil, kar marjı yüksek alanlara girdi. Gelen paranın yaklaşık yedi yüz milyar doları bulduğu söylenir. AKP döneminde, yapılamayan özelleştirmelerin neredeyse tamamı yapıldı ve 65-70 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde edildi. Neredeyse bir trilyona yaklaşan bu para ile memleketin hangi köklü sorunu çözüldü?
Bu kadar paranın çarçur edilmesinin günahını AKP’ye çıkarmak belki siyaseten işe yarayabilir, ama köklü hiçbir sorunumuzu çözmeye de hizmet etmez. Büyük sermaye stratejik ve karlı kamu kurumlarını özelleştirmelerle ele geçirerek kısa yoldan servetine servet kattı. Finans sektöründeki hakimiyetini yabancı ortaklıklarla daha da pekiştirip karına kar demedi. Uzun süre sermayenin tüm fraksiyonlarının çıkarlarını uzlaştırmasını beceren iktidar gemi su almaya başladığında tercihini kendi organik sermayesinden yana yapmaya başladı. Öykünülen sistemin krizler karşısında dayanıklı olmadığı, kalkınmayı gerçekleştiremediği anlaşıldı.
Dışarıdan gelecek sermayeye umut bağlayan bir vizyonun bugünün şartlarında uygulanabilirliği yok. Çünkü küresel kriz nedeniyle uluslararası sermaye merkez üslerine çekilmiş durumda. Dünya ekonomisinin kırılganlığının her geçen gün daha da artıyor olması sermayeyi daha ürkek ve ihtiyatlı davranmaya zorluyor. Merkez ülkelerin faizleri yükseltmesi ve kendi sermayesine sağladığı teşviklerin yüksekliği bu sermayeyi dönemsel olarak kaprisli davranmaya itiyor. Bu tür sermayeyi çekebilmeniz için ona herkesten daha fazla karlılık marjı sunmanız ve güvenceler sağlamanız gerekiyor. Uluslararası koşullar giderek kırılgan hale geldiğinden, savaş ve çatışma ihtimali her geçen gün daha da arttığından, ‘ temiz para ve fonlara ‘ umut bağlayarak bir kalkınma ve refah hayal etmek günümüz gerçekleriyle çok da bağdaşmıyor.
Vizyon yeni bir inşayı, yeniden bir kuruluşu ve top yekün bir seferberliği hedeflemiyor. Kalkınma ve refah için gerekli olan kaynağın yeniden dışarıdan gelmesine umut bağlıyor. Aradaki ilişkinin eşitsiz doğasını göz ardı ediyor. Sermayenin sadece birikmiş emek değil aynı zamanda bir ilişki biçimi olduğuna gözlerini yumuyor. Bu ilişki biçiminde son sözü daima sermayenin söylediğini unutuyor. Gelen sermayenin ülkenin doğasından siyasetine, hukukundan emek rejimine kadar her şeyine karıştığına, bu alanları kendi istediği gibi düzenlediğine ve bu anlamda ülkenin egemenlik haklarının altını oyduğunu nedense sorun etmiyor.
Derviş modeli dediğimiz neoliberal modelin bu sürümünün uygulayıcısı ve takipçisi Babacan’dı. Bu modelin tıkandığı yerde Babacan sorumluluk almaktan kaçtığı için modelin başarılı gözüktüğü dönemlerin artıları onun hanesine yazıldı. Dışarıdan kaynak girişine dayanan, büyümeyi sadece bu kaynakların ülkeye taşınmasına endekslemiş bir model gerçek anlamda bir kalkınmayı sağlayamadan çöktü. Sermayenin tüm fraksiyonları bu kaynaklardan pay kaptı ve karını katladı. Bu modelin tıkandığı yerde iktidar ileri doğru bir sıçrayış gerçekleştirerek önceliği kendi organik sermayesine ve her ne bahasına da olsa ülkeye sermaye çekmeye verdi. Türkiye birilerinin kirli para dediği sermayenin cenneti haline getirildi. Bunun doğal bir sonuç olduğunun tartışılması çok istenilmiyor. Dışa bağımlı büyümenin, sermaye yetersizliğinin ve emperyalizme top yekün bağlılığın doğal sonuçları olduğu gerçeği bir kez daha yok sayılıyor.
Büyük burjuvazi ile uluslararası sermayenin bu sonucun ortaya çıkmasındaki suç ortaklığının üzerine bir şal çekiliyor. Günümüzün bağımlı, çarpık, doğaya düşman, aç gözlü, kendi kısa karını düşünmek dışında hiçbir şeyi umursamayan bu sınıfına şimdi girişimci sıfatı verilerek yeni bir sayfa açılmaya çalışılıyor. Zenginliğin, refahın ve kalkınmanın liderliğini bu sınıfın yapacağı belirtiliyor. Türkiye bu filmi kaç defa izledi, kaç defa tekrarladı ve her defasında krizin yükünü emekçi halk sınıfları çekti. Siyasetin bu sınıfa hak etmediği payeleri biçmekle değil gerçek bir inşanın ve kuruluşun önünü açmakla sorumludur. Bu sorumluluktan uzak duranlar tarih karşısında birgün hesap verecektir.