CHP, herkes için, için her dönem kadim bir tartışma konusu olmuştur. 'Kapatılmalı mı, vakıf olarak mı yapılandırılmalı yoksa yeni bir parti ile mi devam edilmeli?' temelli bu tartışmalar öteden beri yapılsa da, tartışmanın önemli merkezlerinden biri, Erdal İnönü'nün fikri önderi ve sonradan da 99 numaralı üyesi olduğu TÜSES'tir.
CHP'nin Atatürk ile bağını koparmaması, ulus devlet reflekslerinden vazgeçememesi nedeniyle sosyal demokratlığını yeterli bulmayanların, yeni bir parti kurma tartışmaları da ünlüdür. Bu çalışmalara katılanların büyük çoğunluğu SODEP, SHP, DSP, CHP üst yönetimlerinde çeşitli zaman dilimlerinde görev yapmış veya düşünceleri ile CHP'yi etkilemiş, Fuat Keyman, Derya Sazak, Hasan Cemal, Erol Kafırcıoğlu, Bülent Eczacıbaşı, Asaf Savaş Akat, Osman Ulagay, Ercan Karakaş, Şahin Alpay, Seyfettin Gürsel'in de aralarında bulunduğu gazeteci, siyasetçi veya iş adamlarından oluşuyor. Çoğunluğu TÜSES kurucusu, üyesi veyahut burada yapılan çalışmaların katılımcısı.
Sonradan CHP PM ve MYK'sında görev alan Prof. Dr. Burhan Şenatalar'ın, yine sonradan CHP PM ve MYK'sında uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Sencer Ayata'nın sunumunu yaptığı 2008 tarihli bir toplantıda, "CHP nasıl dönüşecek? CHP dönüşemez, CHP’nin dönüşme ihtimali yoktur, CHP dediğiniz parti yüzde 40 oy alsa Türkiye sosyal demokrasiyi iktidara getirmiş olmaz. Lütfen artık" sözleriyle feveran edişi, tartışmaya damga vurmuştu. Prof. Şenatalar'ın açık tavrından da görüldüğü gibi, bu tartışmalarda ana eğilim yeni parti kurulması yönündeydi.
Dernek, vakıf ya da hareketler aracılığıyla yapılan bu tartışma ve çalışmalarda tartışılan farklı görüşlerden yola çıkılarak varılan tek bir sonuç vardı: CHP'nin misyonunu tamamladığı, Atatürkçülük diye de ifade edilen ve ulus bilincini oluşturan düşünce/devrimlerin artık çağın gerisinde kaldığı.
Sosyal demokrasinin CHP'de yaşam alanı bulamayacağını düşünerek kapatılmasını savunup yeni parti kurmak için yola çıkanlar, Avrupa'da sosyal demokrat partilerdeki oy kaybı tablosu karşısında yeni partinin başarılı olamayacağını düşünerek, çıktıkları yoldan rücu edip, rotalarını, 'sosyal demokrat ilkeler bu partide yaşam alanı bulamaz, kapatılsın' dedikleri CHP'ye kırarak, Sayın Kılıçdaroğlu'nun da tercihi ile parti yönetiminde etkili hale geldiler.
Şimdi, bu perspektife sahip iş adamı, akademisyen, yazar, reklamcı, sosyolog veya bunların da aralarında bulunduğu siyasetçiler, CHP'nin siyasi omurgasını oluşturuyor.
Kendilerini sosyal demokrat ve liberal olarak tanımlayan bu kadro, Türkiye'de iktidara giden yolda siyasetin ana aksını laiklik/dindarlık, mezhep, alt/üst kimlik, kent/kırsal gibi çatışmalar üzerinden yorumluyor.
Sosyal Demokrasi menşeili bu küresel/liberal entelijansiya, partiyi bu aks üzerinde tutarak, bilinçli ya da bilinçsiz, aslında ekonomik sistem temelli tartışmaların önünü tıkayıp, bu yolla neoliberal ekonomik düzeni de sorgulatmayarak, sadece çizilmiş sınırlar içerisinde iktidar yolunun 'aranmasına!' izin veriyor. Bu da bağımsızlık temelli kamucu, halkçı siyaseti imkansız kılıyor.
Avrupa tipi bir sosyal refah devleti oluşturma amacı güden, bu doğrultuda da CHP'yi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partiye evrilten bu mantık, ne yazık ki dünyada son 40 yılda yaşanan olayları doğru okuyamıyor. Emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi, uzlaşma ile çözme hedefli sosyal demokrasinin özellikle son 40 yılı, temsil ettiğini ileri sürdüğü emekçilerin tırnaklarıyla kazıyarak kazandığı haklarının neoliberal politikalar adı altında sermaye tarafından geri alınmasını seyrederek (bazen de bizatihi çanak tutarak) geçmiştir.
Sosyal demokrat partilerin dünya çapında azalarak bitmesinin sebebi de bundan fazlası değildir. Sovyetler örneğinin tüm gücüyle bir alternatif olarak 'öte tarafta' durduğu bir devirde, komünizm 'tehditi' sonucu sermayenin uzlaşmaya 'mecbur kalması' sebebiyle ortaya çıkan sosyal refah devletinin, günümüz şartlarında Türkiye için bir örnek olabileceğini düşünmek, tüm siyasetini bunun üzerinden kurgulamak büyük bir vasıfsızlık örneğidir.
Bahsettiğim bu mantık Cumhuriyet Halk Partisi'ni, sermaye ve kitleler arasında konumlanan düzenleyici bir role sokup, tüm siyasetini bu şekilde bir tampon olmak üzerine kurguluyor. Amaçları sermaye ve emek arasındaki uzlaşmayı Türkiye'ye uyarlamak, bu yolla liberal ve sosyal demokrat bir Türkiye yaratmak.
Bu tür bir konumlanma, emek ve sermaye arasında bir dengenin olduğu, sendikaların ve örgütlü işçilerin kendi haklarını koruduğu, bunun karşısında ise sermayenin yer aldığı bir devirde 'işe yaramış!' olabilir. Ancak şu an elimizde, 40 yıllık bir neoliberal talanın ardından gelir adaletsizliğinin tavan yaptığı, huzursuzlukla çalkalanan bir dünya var.
Sermayenin serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kalktığı, refahın eşit bir şekilde dağıtılmasını sağlamak üzere kurulmuş olan ulusal kurumların dönüştürülerek piyasanın önündeki engelleri kaldırma araçları haline geldiği bu dünyada, geniş halk kitlelerini sermayeden koruyacak araçların tamamı ise ortadan kaybolmuş durumda.
Sermayenin ulus dinlemeden ülke ülke gezdiği bir ortamda, sosyal demokrat partiler tarafından organize edilen 'ulusal' emek-sermaye uzlaşmalarının da pratikte bir hükmü yok. Zira artık ortada ulusal olan bir şey kalmadığı gibi, sermayenin herhangi bir grupla uzlaşmak için de bir sebebi yok.
Günümüzde tüm dünyada popülizmin güçlenmesi, ırkçılığın artması, sosyal tansiyonların yükselmesi gibi sonuçların kaynağı burada yatıyor. Toplumdaki dip hareketleri anlamak, izlemek ve yorumlamakla görevli siyaset bilimciler ve sosyologlar ise, sermayenin bu tahakkümünü göremedikleri, görmek istemedikleri veyahut göstermek istemedikleri için, hazırladıkları gösterişli raporlarda gerçekler yerine düzen adına yaptıkları terziliğe yer veriyorlar.
Bu arada bunalan ve merkez partiler tarafından çıkarları temsil edilemeyen kitleler ise, sürekli olarak düşen hayat kalitelerini şu ya da bu soruna (göçmenler, yabancılar vb.) atfederek kendilerince, deyim yerindeyse başı kesik tavuklar gibi oradan oraya savrularak bir çıkış yolu arıyor.
Ulus devletlerin işlevsiz hale getirildiği bu ortamda, ülkemizi de mikro milliyetçilik kuyusuna atarak, sadece milliyet temelinde değil, belirli bir coğrafyada din, dil, mezhep ve bütün bu ögelerin alt kültürlerini ayrı bir siyasal birimin gerekçesi olarak kabul eden bu siyasi anlayışın nihai amacı, ülkenin kurucu partisi dahil bütün siyasi mekanizmaları sermayenin aparatı haline getirip, küresel düzene hizmetini kesintisiz hale getirmek.
Üretimi ve tüketimi tek tipleştirip, dünyayı da tek bir pazar haline getiren küreselleşmenin, üretimin ve elde edilen kazancın dağıtımı, sermayenin belli ellerde toplanması, zenginliğin belli alanlarda yoğunlaşmasına, dünyadaki insanlar arasındaki gelir adaletsizliğini arttırarak çok büyük kitlesel sorunlara yol açtığı ortada.
Bu durumun 40 yıllık neoliberal politikaların bir sonucu olduğunu görememek, aksine Avrupa'ya altın çağını yaşatan refah devleti dönemini sosyal demokrasinin başarısı olarak okumak, sonuç olarak ikinci yüzyıl beyannamesinin çerçevesini sosyal demokrat/liberal bir çerçeveye oturtarak refah devleti vaadinde bulunmak, tarihin nesnel koşullarının doğru kavranamadığını gösteriyor.
İşçi sınıfının sendikal örgütlülük üzerinden ürettiği güç ile kazanılmış örnekleri sadece sosyal demokrasiye mal etmek, öykünülecek başarı hikayeleri yaratmaya çalışmak politik bir çaresizliğin yansımasından fazlası değil.
Günümüzün küresel koşullarında, oyuna talip olunan kitlelerin ihtiyacı, ellerini tutup özgürlük, demokrasi ve refah masalları anlatacak bir sosyal demokrat parti değildir. Tüm dünyadaki kitlelerin ihtiyacı, başlangıç olarak, zamanında sermayeyi uzlaşmaya mecbur bırakan iradenin tekrar canlandırılması, sonuç olarak sermayenin dizginlenmesi.
Sermayenin küresel çapta hareket ettiği, katma değeri ucuz iş gücü olan ülkelerde üretip vergi cennetlerine kafasına göre taşıdığı, yani üretilen katma değeri ve refahı paylaşmayı açıkça reddettiği bir devirde yaşıyoruz. Bu açgözlülüğü dizginleyerek halkının ulusal çıkarlarını korumayı ana politikası haline getirmeyen bir siyasi partinin, ülkesinde ve dünyada olup bitenden haberinin olmadığı, dolayısıyla da iktidar olma şansının olmadığı ortada.
Tekrarlayalım: Türkiye'de sermayedarların kimseyle uzlaşmak için bir sebepleri yok. İktidar partisinden kurtulmaya çalışıyor da değiller. Öte yandan geniş muhafazakar kitleler, aslı (Adalet ve Kalkınma Partisi ve içinden kopan parçalar) orada dururken taklidine (aynı kimlik siyasetini 'ılımlı' olarak uygulamak isteyen CHP) itibar edeceklerine dair en ufak bir emare de vermiyor. Yani, Cumhuriyet Halk Partisi içerisine yuvalanan Türk tipi sosyal demokratların uzlaştırmaya çalıştığı tarafların her ikisinden de bu yönde bir talep yok. Dolayısıyla bu siyasetin hitap ettiği kitle aslında bir boş küme. Mevcut yönetime göre de seçmen kitlesi yaratılamayacağına göre, partideki bu melez ablukanın sonlanması gerek.
Cumhuriyet Halk Partisi gibi seçmen kitlesi laik, cumhuriyet değerleri ile yetişmiş ve o değerlere sahip bir partide, partinin kurucu değerleri olan aydınlanma ve bağımsızlık temelli görüşleri dillendiren tek bir kişiye dahi açık kapı bırakılmaması ise apayrı bir tartışma konusu. Ulus devletin dişlerinin sökülerek devletin sermayenin çıkarlarına alet edilmesi, 'serbest piyasa' adı altında adeta bir din haline gelmiş durumda.
Batı dünyası, önde gelen düşünce kuruluşları ve akademisyenler önderliğinde bu politikaları terk ederken, Cumhuriyet Halk Partisi'nin karar organları, ezberlerini bozan bilgiden cüzzamlıymışçasına uzak durduklarından karanlık çağlarda yaşıyor, kendilerini uyaranlara ise kapıları kapatıyor. Bu vesileyle tekrar uyaralım: bağnazlığın türü ne olursa olsun zararlıdır.