'' Peçeyi Aralarken '' başlıklı yazımızda iktisada verilmeye çalışılan bilim statüsünün sınıfsal tercihleri gizlemeye hizmet ettiğinden bahsetmiştik.
Bunu temellendirmek için disiplinin soy kütüğüne dair bir tartışma yürüttük, sorunsalımız siyasi iktidarın sınıfsal ve siyasal tercihlerinden kaynaklı olduğunu düşündüğümüz iktisat politikalarının '' damat '' klişesi ile şahsileştirilmesinden duyduğumuz rahatsızlığı temellendirmekti. Bu girişten sonra devam edelim.
Türkiye tarihinin en ağır krizlerinden birisini yaşıyor. Bu kriz pandeminin etkisi ile daha da ağırlaşmış durumda. TL'nin hızla değer kaybetmesi ihracatçının işine gelip uluslararası piyasalarda ilave fırsatlar yaratmalıyken, tedarik zincirlerinin kopmasının da etkisiyle beklentiler gerçekleşmiyor.
Sanayi kapasitesi ara malı ithalatına bağımlı olduğu için, döviz kontrol edilemediğinden dolayı sanayinin çarkları çevrilemiyor. Tarım gözden çıkartıldığından çiftçi üretimden kaçıyor, Türkiye kendi üretmesi gereken en temel ihtiyaçlarını dışarıdan ithal ediyor.
Esnaf kriz karşısında para dolaşımının zayıflaması nedeniyle siftah yapamadan dükkanını kapatmak zorunda kalıyor. Pandeminin de etkisiyle her üç kişiden birisi işsiz, üniversite mezunlarında bu oran yarıya yükseliyor. En son döviz fiyatlarının yükselişi ile tablonun ne kadar ağır olduğu anlaşıldı.
Doların yükselişini dert etmeyen, mevduatın yarısının dövize dayalı olduğu bir hakikat değilmişcesine davranan Maliye Bakanı istifa etti. Bu durum Tayyip Erdoğan iktidarlarında ilk defa yaşanılıyordu.
Tayyip Bey kamuoyunun, siyasilerin baskıları ile çalıştığı kişileri feda etmeyen bir karaktere sahipti, kendi inşa ettiği muktedir yönetici imajının sürekliliği açısından bunu bir zaruret olarak görüyordu. Feda etmek zorunda kaldığı kişi sıradan bir bakan olmanın ötesinde Türkiye'deki mevcut iktidar konfigürasyonunun en önemli parçalarından birisi. Şahsileşmiş yönetimin temel sacayaklarındandı.
AKP'nin kendisi de böylesi bir kriz sonucunda iktidara gelmişti. 90'lı yıllarda merkez sağ siyasetin parselasyonu nedeniyle kıyasıya bir kavgaya giren iki parti Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi krizin sarsıcı etkileriyle 2002 seçimlerinde tuzla buz olmuştu. 1999 seçimlerinde birinci olan Ecevit'in partisi ise % 1'lere inerek marjinal bir partiye dönüştü. Kriz Türkiye'nin siyasi haritasını yeniden biçimlendirdi.
Kriz sonrası yapılan seçimlerde başarılı olamayan partilerin önemli bir bölümü siyaset mezarlığına gönderildi.
Krizin belleklere kazınan ve sembolleşen anı bir esnafın Başbakanlıktan çıkan Ecevit'in önüne yazar kasa fırlatmasıydı. Esnaf eylemlilikleri sokaklara taşmış pek çok yerde kollukla karşı karşıya gelinmişti.
Şimdi de Tayyip Bey'e kendi partilisi bir esnaf temsilcisinin işlerin iyi gitmediğini söylemesi, karşılığında keyif çayı içmesinin tavsiye edilmesi üzerinden analojiler kurulmaya çalışılarak iktidarın miadının dolduğu, esnafın feryadının tıpkı o dönemdeki gibi bunun simgesi olduğu açıklamaları yapılıyor.
Bunu da en fazla restorasyoncu dediğimiz yumuşak geçiş özlemcisi, bir tılsımlı dokunuşla iktidarın gideceği hayaline kendisini kaptırmış muhalifler yapıyor.
Bu yazıda biraz da tarihi gerçeklerden kopuk olduğunu düşündüğümüz, iktidar oluşumlarının dinamiklerini anlamaktan yoksun bu çevrelerle bir polemik yürüteceğiz.
2001 krizi Türkiye'nin yaşadığı önemli krizlerden birisiydi. Siyasal sitemi ve partiler dünyasını neredeyse baştan aşağı değiştirdi. 1997 yılında askerler aracılığıyla siyasete müdahale ederek bir balans ayarı yapmak isteyen büyük sermaye bu operasyonların siyasi ve ekonomik istikrarı sağlayamadığını acı deneyimlerle anladıktan sonra siyasi temsil sorununu aşmak için doğrudan müdahale yolunu seçti. AK Parti krizin yarattığı alan temizliği üzerinden geniş bir mutabakat sonucunda iktidara geldi.
Büyük sermaye açısından dinsel argümanları mahir biçimde kullanarak emekçi kesimlerin rızasını sağlayan bu parti; o vakitler '' Anadolu Aslanları '' denilen orta ölçekli ve çoğunluğu muhafazakar işletmeler açısından uluslararası alanda mallarını satabilecekleri yeni pazarların yaratılması anlamını taşıyordu. Küçük esnaf içinse uluslararası sisteminde güvenini kazanmış bu iktidar sıcak ve bol para demekti.
Bu para sayesinde kredi çevrimi rahatlayacak, yeni iş yerleri kurulacak ve AK Parti'de iktidar yıkmış olan bu gücün desteğini alarak geniş bir seçmen ağına ulaşmış olacaktı.
Türkiye'nin okumuş yazmışlarının demokratikleşme özlemlerine de cevap veriyordu. AK Parti Bunun önündeki engel ordu başta olmak üzere vesayet odaklarıydı, AB ipine sarılınarak bu da tedricen çözülecekti.
Tıpkı Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinde olduğu gibi pek çok kesim AKP etrafında dizildi. Hatta bir kısım solcu AK Parti'nin bu başarısına '' otantik muhafazakar burjuva devrimi '' dahi dediler.
2010 yılına kadar bu saadet düzeni devam etti. Bu dönemde değerlenmek için kendine yeni alanlar arayan sıcak paranın önemli konaklama mekanlarından biriydi Türkiye.
Yaklaşık 500 milyar doların üzerinde sermaye girişi oldu, 90'lı yıllarda yapılamayan özelleştirmeler hızlandı 65 milyar dolarlık özelleştirme ile tüm kamu varlığı elden çıkartıldı. Vesayet güçleri karşısında kendini rahat hissetmeyen AK Parti bu parayı seçmen desteğini çoğaltmak, rıza tabanını genişletmek ve vesayetçi güçler karşısında tek meşruiyet kaynağı olan sandıkta ezici zaferler elde etmek için kullandı.
Büyük sermaye özelleştirmelerden aslan payını aldı. Orta ölçekli işletmeler özelikle o dönemler etkin olan cemaatinde önayak olmasıyla yeni pazarlara ulaştı.
Düşük faizli ucuz krediler aracılığıyla binlerce yeni iş yeri kuruldu. Orta sınıf genleşti, kişi başı gelir 10 bin doları Türkiye'nin milli geliri yıllık 800 milyar doları aştı. Konut, otomobil, ihtiyaç ve yeni TOKİ konutları sayesinde tüketim düzeyi yükseldi. AK Parti bu seçmen konsolidasyonu sayesinde vesayetçi odaklar karşısında önce stratejik dengeyi sağladı, sonrasında Devlet aygıtının kritik noktalarına nüfuz etmeye başladı.
2007 yılında kazanılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile AK Parti stratejik üstünlüğünü muarızlarına dayatarak tasfiyelerini gerçekleştirdi.
2010 yılına kadar devam eden süre zarfında kırılgan da olsa bir hegemonya tesis ettiği duygusuna kapılan AKP'nin işleri bu tarihten sonra tersine dönmeye başladı. 2008 dünya kapitalizminin yansımaları kuşkusuz bunun en önemli nedenlerindendi. Yaklaşık 10 yıl boyunca giderek genleşen, değerlenmek için yükselen piyasalara konaklayan mali/finans sermayesinin de kırılganlığı artmaya, beklentileri çoğalmaya başladı.
İktidar konsolidasyonunu bu şartlarda yapan AK Parti giderek meşruiyet alanını daraltmaya, ittifak unsurlarından boşanmaya, rıza yerine daha çabuk sopaya sarıldı
Devam edecek bu yazıdan varmak istediğim sonuçlar şunlar: Esasında bir sermaye partisi olan AKP bir yandan sermayenin beklentilerini karşılayıp ilk dönemlerin sağladığı imkanlarla geniş bir mutabakat oluştururken diğer taraftan da seçmen desteğini kalıcılaştırıp hayalindeki rejimi inşa peşindeydi.
Derviş'in programına aynen sadık kaldı. Ali Babacan neredeyse Derviş'in en çalışkan ve uysal talebesiydi.
Ama bir bütün olarak baktığımızda bu sermayenin programıydı asla halkın değil, halk sadece seçmen konsolidasyonu için memnun edilmesi gereken bir müşteri kitlesiydi. Hüzün verici olan bugün AK Parti'nin iktisat politikalarını eleştiren muhalefetin ufkunun bu dönemle sınırlı olması. Çünkü muhalefetin önümüze koyduğu ekonomi allameleri de maalesef Derviş'in talebesi. Bize gerekli olan ise ufkunu eski AK Parti ile sınırlamayan bir bakış.