BUGÜN HAVA GÜZEL!

Yaşar Erkmen

Orhan Veli, “Beni bu güzel havalar mahvetti.” derken, Cahit Sıtkı da “Bugün hava güzel/Bugün içim içime sığmıyor.” demiştir.

Ben Cahit Sıtkı’ya takılayım. Bugün hava günlük güneşlik olunca bir yıldır tamamlamaya çalıştığım roman çalışmasını yüzüstü bırakıp bilgisayarın başından kalktım. Bu güzel havada çıkıp dolaşmak istedim. Arabayı, Anadolu Lisesi kavşağındaki metronun geniş park alanına bırakır, bir iki yere uğrar, yemek saatinde dönerim düşüncesiyle çıktım yola. 

Saat 16.00’ya geliyordu. Bak bunu hiç düşünmemiştim. Adana’da zorunlu olmadıkça bu saatte arabayla dışarı çıkılmazdı. Okulların dağılma zamanı. Ana caddelerde Trafik ana baba gününe döner. Daha Ruh Sağlığı Hastanesi yokuşunda başladı sıkıntı. Sol şeritte arızalanmış bir araç da bu sıkıntıyı ikiye katladı. Işıkları güç bela geçtik. Trafik biraz rahatlar diye düşündüm. Ne mümkün! Sağ yanımızda yer alan bir özel okulun, hadi bilmeyenlere açık açık adını da vereyim, Gündoğdu Koleji’nin velileri sayesinde(!) üç şeritli yol, tek şeride düşüverdi. Yolun bir şeridini otopark olarak kullanmaları yetmiyormuş gibi, ikinci şerit de park alanına dönüştürülmüştü. Dörtlülerini yakan, park etme özgürlüğünü(!) elde etmiş oluyordu.

Park eden araçlar da öyle sıradan araçlar değildi; son model, ünlü markalardı. Farını ya da aynasını kırsan altından kalkamazsın. Buradaki sorun, bir öncekinin üstüne tüy dikmişti! Araçla yola çıktığıma, çıkacağıma bin pişman oldum. Bu keşmekeşte her an bir kaza olabilir. Trafik, Millî Eğitim, Belediye ve okul yetkilileri bir araya gelip bu soruna bir çözüm bulmalılar. Yoksa bu okulun kuzeyinde (Turgut Özal Bulvarı) ve batısında (Türkmenbaşı Bulvarı) kazaların, kavgaların eli kulağında desem, kehanette mi bulunmuş olurum?

Ya sabır çeke çeke, kazasız belasız metro durağının park alanına gelebildim. Aracı park edip tabanvayla yola devam ettim. Oh ne rahat! Geniş kaldırımda etrafı izleyerek dolaşmak ayrı bir keyif veriyor insana. Karşıya geçip Cumhuriyet Parkı’na yöneldim. 

Neredeyse kışın ortasına geldik* ama şu görüntülere bakınca da sanırsınız ki sonbaharın ortasındayız. Bir kenarda durup parka, boş banklara, ağaçlara baktım; birkaç kare fotoğraf çektim. Hazan mevsimi sarmıştı çevreyi. Yer-gök sararmış yapraklarla kaplanmıştı. Görüntüler, ünlü Fransız ressam Monet’nin tablosunu aratmayacak güzellikteydi. Sonbaharı iliklerine kadar yaşayan ağaçları, sararmış yaprakları da yakında terk edince çırılçıplak kalacaktı. Nisana, mayısa kadar kışın soğuğunu, yağmurunu yiyecek. Bu yaprakları sararmış ağaçların yanı başında yer alan ve yazdan kıştan etkilenmeyip yemyeşil kalan ağaçlar ise “Bize her yer Trabzon!” der, gibiydi. 

Sonra düşünmeye başladım. 

Doğa, bazı ağaçlara ayrıcalıklı mı davranıyordu acaba? Kimini karda kışta gariban, fakir fukara gibi çırılçıplak bırakıp tir tir titretiyor, kuru çula oturtuyor; kimini de koruyup kolluyor, varlığına, güzelliğine dokunmuyor, yaz-kış keyif çatmasını sağlıyordu. 

Garibim çıplak ağaçlar, kara kıştan sağ salim çıkıp da bahara erişebilirse biraz rahatlayacak. Emekli ve dar gelirli garibanım da zemheride dişini sıkıp yaza çıkabilirse biraz nefes alacak, yoksa aradığı huzuru ebedî uykusunda bulacak. 

Yazının başında Cahit Sıtkı’ya takılıp “Bugün hava güzel/Bugün içim içime sığmıyor.” kıvamındaydım. Yazının sonunda ise Orhan Veli’nin “Beni bu güzel havalar mahvetti.” şiirine döndü ruh hâlim. 

*Bu yazı, 7 Ocak 2025’te yazıldı.