Brezilya çok uzun yıllar askeri diktatörlük altında yaşadı. Bu dönem yaklaşık 20 yıl sürdü. Askeri diktatörlük yerini neoliberal proğrama sahip iktidarlara bıraktı. Bu iktidarların bir kısmı tipik sağ politikalar izlerken sol görünümlü iktidarlar dahi IMF tarafından yazılan Washington mutabakatının dışına çıkamadı. Bu mutabakat ülkelere uluslararası iş bölümüne uygun yeni roller dağıtıyor ve piyasa ekonomisini bütün kurallarıyla kabul ettiriyordu. Bu iktidarlar komşu Arjantin’deki peronist iktidarlardan çok farklıydı. Peronizm ulusal-halkçı bir popülizmi temsil ediyordu. Baştaki karizmatik lider ile siyasal tabanı arasında özgün bir ilişki vardı. Siyasal katılım çok düşüktü. Popülist lider kaynak tahsisinde yoksulları gözettiği için kitleyle arasında karizma modeline dayalı bir ilişki kuruluyordu.
Brezilya ise dinamikleri çok farklı bir ülkeydi. Devasa büyüklüğü, ciddi doğal kaynaklara sahip olması burayı çevre kapitalizminin her zaman için önemli bir üssü haline getiriyordu. Hem siyasal hareketler açısından hem de toplumsal muhalefet dinamikleri açısından zengin bir çeşitliliğe sahipti. Solun hemen hemen her varyantı emekçi halklar nezdinde bir karşılık buluyordu. Che’nin fokocu gerillaları, troskist hareketler, komünist partisi, güçlü sendikal örgütlenmeler, yerli hareketleri, topraksızlar hareketi, Latin Amerika’ya özgü kurtuluş teolojisine mensup rahipler bu zengin çeşitliliğin bileşenlerinden bazıları.
Brezilya İşçi Partisi tüm bu hareketlerin bir koalisyonu olarak diktatörlükten çıkarken kuruldu. Bu partiyle ilgili Türkçe’deki ilk çalışmayı bizzat gidip görerek Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın talebelerinden olan Ergun Aydınoğlu yapmıştı. Bildiğim kadarıyla bu parti üzerine dilimizde başka bir spesifik çalışma bulunmuyor. Aydınoğlu’nun ki salt bir bilimsel merak da değildi. Bu deneyimin benzer koşulları yaşayan Türkiye solu için bir ilham kaynağı olabileceğini de düşünüyordu. Ancak toplumsal şartlar, mücadele dinamikleri ve diktatörlüklere karşı gösterilen direnişler çok farklıydı.
Brezilya İşçi Partisi’nin kuruluşuna her şeyden önce doğrudan sınıf mücadelesinin çilesini çekmiş olan işçi önderleri öncülük ediyordu. İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesi dahi toplumsal hareket özellikleri taşıdığından bürokratikleşme dinamikleri zayıftı. Ayrıca işçi önderlerinin etrafı bahsettiğimiz siyasal ve toplumsal hareketler tarafından çevrelenmişti. Seçim yarışına /2-3’lük oranlarla başlayan Brezilya İşçi Partisi giderek sol alanı bütünüyle doldurmaya başladı. Sosyal demokratların iktidar yıllarında bahsettiğimiz gibi Washington mutabakatının dışına çıkamaması ve Brezilya Komünist Partisi’nin Sovyetlerin çöküşü ile birlikte politika sahnesinin dışına itilmesi İşçi Partisini solun en büyük partisi haline getirdi.
Lula işçi partisi adına üç defa devlet başkanlığına aday oldu, ancak bu denemelerinde başarılı olamadı. Dördüncüsünde başarılı oldu ve üst üste iki defa devlet başkanı seçildi. Lula iktidarı kaynakların önemli bir bölümünü yoksullara ayırdı. Kamusal tercihlerinde yoksulları gözeten politikalar izledi. Ama burjuvazinin bazı kanatları da Lula’yı destekliyordu. Geleneksek oligarşi doğrudan ABD emperyalizminin kontrolü altında Lula’ya düşmanca yaklaşırken burjuvazinin bazı kanatları Lula’nın arkasındaydı. Lula işçi partisini zaman içerisinde bir sosyal demokrat parti haline dönüştürdü. Partinin kapitalizmi aşmak gibi bir hedefi bulunmuyordu. Sermayeyi mülksüzleştirmek gibi tercihlerden uzaktı. Genel olarak sermayeye vermeye çalıştığı mesaj onların çıkarlarını diğerlerinden daha iyi koruyacağı yönündeydi. Ama bunun içinde bir yoksulluk denizini andıran ülkede yoksulluğun belini kırmak gerekiyordu. Lula ve işçi partisi bu konularda ilerici adımlar attı.
Yoksulluğu bertaraf etmek için toplumsal örgütlenmelerinin önü açıldı. Okullaşma oranında ciddi artışlar sağlandı. Sağlık hizmetlerine parasız biçimde herkesin ulaşabilmesi için büyük yatırımlar yapıldı. Bu durum ancak ülkenin dış ticaretteki avantajları devam ettiği taktirde sürdürülebilirdi. Yaşanabilecek bir kriz halinde yoksulları gözeten bu politikaların uygulanabilirliği sıkıntılar yaşayacaktı. Çünkü geleneksel oligarşinin sınıf bileşimindeki ağırlığına dokunulmamıştı. Monroo doktrininden beri ABD’nin arka bahçesi kabul edilen kıtanın tamamında olduğu gibi Brezilya devletinin zor aygıtları da doğrudan bu emperyalist güce bağımlıydı.
Lula iki dönem devlet başkanlığı görevi yaptıktan sonra yerini eski bir gerilla olan ve askeri diktatörlük altında çok yoğun işkencelerden geçen Dilma Roosef’e bıraktı. Dilma Lula’nın sahip olduğu karizmadan yoksundu. İktidarının daha üçüncü yılında bir parlemento darbesi ile iktidarı bırakmak zorunda kaldı. Bu darbenin arkasında oligarşinin geleneksel temsilcileri, devletin zor aygıtları, oligarşinin kontrolündeki medya ve yüksek yargı vardı. Brezilya yüksek yargısı bu darbeyi hukukileştirdi. İşçi partisi bu darbeye karşı koyamadı, direnemedi ve iktidarını uysalca bırakmak zorunda kaldı. Oligarşi Lula’yı tümüyle siyasal sistemin dışına atmak ve itibarsızlaştırmak için bir yargı komplosuna başvurdu ve Lula’yı cezaevine yolladı. Lula siyasi yasaktan yine kıl payı kurtulabildi. Ömrünü mücadele içinde geçirmiş bu yaşlı adam ülkesini faşizm belasından kurtarmak için tekrar aday oldu ve üçüncü defa seçildi.